Selçuklu Türkleri Hakkında

Türkiye Selçuklularında Devlet Yönetimi

Yrd. Doç. Dr. Sadi S. Kucur

Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

Doğu'dan Batı'ya Yahut Horasan'dan Anadolu'ya Selçuklular

Selçuklu devlet teşkilatının oluşmasını ve etkileşimleri tespit edebilmek için ortaya çıktıkları ve hakim oldukları coğrafya ile komşularının bilinmesi gerekir. Oğuz Türklerinin Kınık Boyu'ndan oldukları bilinen Selçuklu ailesinin erken tarihi, Aral Gölü'nün kuzeyi ile Seyhun Nehri'nin göle dökülen kısmının güney ve kuzeyine hakim olan Oğuz Yabgularının kışlık merkezi Yengikent ile Cend şehrinde başlar. Maveraünnehir'deki Müslüman Samani Devleti'nin sınırında bulunan, dolayısıyla nüfusun Müslüman ve ticari faaliyetin yoğun olduğu Cend şehri, Selçukluların İslamiyet'i kabul ettikleri şehirdir. Buradaki şartlar giderek zorlaşmış ise de Selçuklular, X. yüzyılın sonlarında yıkılmak üzere olan ve Karahanlılar'a karşı direnen Samani Devleti'ne destek verdiler. Bu desteğin bir mükafatı olarak da Maveraünnehr'in merkezinde, Semerkand ve Buhara şehirlerinin üst kısmındaki Nur Kasabası, onlara yurtluk olarak verildi  (985).

Samanilerin yıkılışına kadar (1005) da bu desteği devam ettirdiler. İlerleyen zaman içinde Selçuklular, bölgenin iki süper gücü Karahanlılar ile Gaznelilerin arasında varolma mücadelesi verdi. Sonunda Gazneli toprağı Horasan'a hakim olarak devletlerini kurdular (1040). Selçuklular, sonraları Türkistan'da hüküm süren Karahanlılar ve bugünkü Afganistan ile Kuzey Hindistan'a hakim bulunan Gaznelileri, giriştikleri nüfuz mücadelelerinde hep dize getirdiler.

Kuruluştan hemen sonra başlayan fütuhat ile kısa zamanda İran, Irak, Suriye, Doğu ve Güney Doğu Anadolu'ya Selçuklu hakimiyeti yayıldı. İran'da fetih sırasında irili ufaklı birçok mahalli devlet veya emirlik bulunmaktaydı. Bunlar Tuğrul Bey zamanında devlete tabi kılındı. Irak'ta ise Şii Büveyhi Devleti'nin işgali altındaki Abbasi Devleti bulunmaktaydı. Abbasi Halifesinin davetiyle Bağdad'a giren Selçuklular, buradaki Büveyhi tahakkümünü sona erdirdiler ve bu devletin yıkılmasını sağladılar. Abbasi Hilafeti ile ilişkiler başlangıçta dostane başlamışsa da hep böyle devam etmemiş, zaman zaman gerginlikler ve krizler de ortaya çıkmıştır.

Büyük Selçuklu Devleti'nden ilerleyen zaman içinde dört bölgesel Selçuklu Devleti doğdu.

Selçuklu hanedan üyeleri tarafından ve Büyük Selçuklulara tabi olarak Kirman (1048), Türkiye (1075), Suriye (1078) ve Irak (1119) Selçuklu Devletleri kuruldu. Diğerleri Büyük Selçuklu Devleti'ne sonuna kadar tabi kalmışken, Türkiye Selçukluları hanedan içi rekabet nedeniyle, kısa süre sonra bağımsızlığını ilan etmiştir. 1097'de kurulan ve Harizm ile İran'a hakim olan Harizmşahlar ise başlangıçta Selçukluların tayin ettiği Harizm eyaleti valileri iken; sonra bu eyaleti tabi devlete dönüştürdüler. XII. yüzyılın ilk yarısında, Suriye ve Irak Selçuklularının toprakları üzerinde merkezi otoritenin zayıflamasına paralel olarak, aslında yaşça küçük ve tecrübesiz melik şehzadeler adına eyaletleri yöneten atabegler tarafından kurulan ve aynı adla anılan bir çok devlet ortaya çıktı. Bunların başlıcaları Togteginliler/Böriler (Dimaşk), Zengiler (Cezire ve Suriye), İldenizliler (Azerbaycan), Salgurlular (Fars)'dır. Selçuklular komşuları olan gayrimüslim devletler ile Türkistan'da Karahıtaylar, Kafkasya'da Gürcü, Doğu Anadolu ve Kilikya'da Ermeni, Anadolu'da ise Bizans devletleriyle zaman zaman mücadele ettiler.

Türkiye Selçukluları, devlet teşkilatında tabiatıyla uzantısı oldukları Büyük Selçuklu Devleti'ni esas almışlardır. Ancak buna ilave olarak Anadolu'da karşılaştıkları iki önemli olgunun onların devlet teşkilatı üzerindeki etkilerini göz ardı edemeyiz. Bunlardan biri Selçukluların köklü ve gelişmiş bir devlet yapısına sahip olan Bizans toprakları üzerinde kurulmuş olmasıdır. Gerçi Bizans devlet teşkilatının ve müesseselerinin Selçuklular üzerinde etkisinin olup olmadığı veya ne nispette olduğu pek araştırılmamış ise de, az veya çok karşılıklı etkileşimin olmadığını düşünmek mümkün değildir. Diğeri ise Doğu İslam dünyasını kasıp kavuran Moğol istilasının siyasi etkileriyle birlikte devlet teşkilatı üzerindeki fiili müdahaleleridir.

HANEDAN, GULAM VE İKTA SİSTEMİ

Selçuklu devletlerinde devlet teşkilatının temelinde üç ana unsurun bulunduğu görülür. Bunlar tarih boyunca yaygın bir yönetim tarzı olan hanedan yapısı ile bütün devlet mekanizmasının kaynağını teşkil edenğulam ve ikta sistemidir. Aslında bu üç asıl unsur bazı farklılıklar olmakla birlikte genellikle Orta Çağ İslam devletlerinde mevcuttur. Bunların önemi ve özellikleri bilinmeden devlet yapısını tanımanın mümkün olamayacağını belirtmemiz gerekir.

Toplum tarafından kabul görmüş, meşru kabul edilmiş hanedan, devlet başkanı sultanın ve müstakbel sultan adayları olan, eyalet yöneticisi şehzade meliklerin kaynağını oluşturur.

Hanedanın bu özelliği onu tartışmasız ve alternatifsiz kılar. Ancak aynı zamanda hanedan üyeleriyle sınırlı da olsa ölen sultanın yerine kimin geleceğinin belirsizliği, sayısız şehzade isyanını, iktidar mücadelesini körüklemiştir.

Ortaçağ İslam devletlerinde yaygın olarak uygulanan, köle temini ve esir alma yoluyla oluşturulan ğulam sisteminin Selçuklulara Gaznelilerden intikal ettiği anlaşılmaktadır. Bu sistem saraya, merkez ve eyalet bürokrasisine, orduya eğitimli ve nitelikli personel yetiştirir.

Keza bazı farklılıklarla Ortaçağ İslam devletlerinde uygulanan ikta sistemi de Selçuklu devletlerinin temel taşlarındandır. Devlet mülkiyetinin esas alındığı toprak sisteminin (miri arazi) bir sonucu olan ikta, maliyenin uyguladığı gelir vergisi toplama usulü yanında, taşra (eyalet ve vilayet) yönetimi ve savaş zamanı asker toplamayı birlikte sağlayan kapsamlı bir sistemdir.

Hükümdar, saray, hükümet (bürokrasi), taşra yönetimi, maliye ve vergi, ordu gibi devletin bütün organlarına kaynaklık ve nüfuz etmesi, bu üç müessesenin devlet yapısındaki önemini fazlasıyla ortaya koymaktadır.

Diğer Ortaçağ İslam devletlerinde ve uzantısı Büyük Selçuklu Devleti'nde olduğu gibi, Türkiye Selçuklularında da devlet, saraydan başlayıp merkez, eyalet ve ordu teşkilatlarının tamamına nüfuz eden hanedan, ğulam ve ikta sistemleri ile inşa edilmiştir. Ancak Moğol istilasıyla devlet yönetiminde sultanın gücü ve otoritesi fiilen yok olunca, bu ahenk ve denge bozulmuştur. İlhanlı hanları istedikleri şehzadeyi tahta çıkarmışlar, hatta bir sultan tahtta iken diğer bir şehzadeyi de sultan olarak tanıyıp kaosu körüklemişlerdir. Keza vezir, atabeg ve naib-i saltanat makamlarına da kendi istedikleri kimseleri getirmekte; hatta yine bu makamlara sultanın adamlarından  başka, doğrudan ilhana bağlı kişileri de tayin edebilmekteydiler.

HANEDAN  VE SULTAN

İslam öncesi Türklerde hükümdarlık yetki ve gücünün veya siyasi iktidarın (kut) Tanrı tarafından verildiğine (karizmatik hakimiyet); yani hükümranlığın ilahi bir kaynağa dayandığına inanılmaktaydı. Bu inanışa göre devleti kuran veya başına geçen hükümdarın ancak Tanrı'nın gönderdiği, "kut" verdiği bir soyun mensubu olması gerekmekteydi. Bu anlayışın İslam'ı kabulden sonra da devam ettiği görülür. Nitekim Oğuz boylarından çıkmış bütün hanedanlarda olduğu gibi Selçuklu hanedanının da kendilerini destani Oğuz Han'a, 24 Oğuz boyundan biri olan Kınık'a dayandırmaları, bu inanışın bir sonucudur. Selçuklu Devleti'nin adını aldığı şahsiyet, Temür-yalığ unvanlı Dukak'ın oğlu ve Oğuz Yabgusunun sübaşısı Selçuk Bey'dir. Bulunduğu ortamda önemli bir konumda olan Selçuk Bey'in bazı sebeplerle Yabgu'nun yanından ayrılarak Cend'e göçtüğünü, orada Müslüman olduğunu ve bu yeni kimliğiyle Oğuz Yabgusu ile mücadele ettiğini biliyoruz.

Bütün bu süreçte onun karizmatik bir şahsiyete büründüğü, Oğuzların onun etrafında toplandığı görülmektedir. Selçuk Bey'in şahsında oluşan bu karizma ve kut, vefatından sonra oğullarına intikal etmiştir. Her ne kadar oğullarının büyüğü olan Arslanyabgu unvanıyla ailenin reisi olmuş ise de, bu genel bir uygulama haline gelememiştir. Vefat eden "bey", "yabgu" veya "sultan"dan sonra başa geçecek şahsın aile (hanedan) üyesi olması aksi düşünülemeyecek, öncelikli bir şarttır. Ancak hanedanın kırılma noktası veya çıkmazı işte burada başlamaktadır. Bu durumda hangi hanedan üyesinin başa geçeceğinin belirlenmesinde bir teamül oluşamamıştır. Selçuklu tarihi boyunca, değişen şartlara göre, büyük oğul, en yaşlı hanedan üyesi, tayin edilen veliaht veya şu ya da bu sebeple herhangi bir şehzadenin sultan olduğu görülür. Zaman zaman şehzade anneleri veya hanedan dışı güç odakları da bu konuda etkili olmuşlardır. Yani hanedan üyesi her şehzade sultan olabilir. Tabiatıyla bu telakki, siyasi tarihte hatırı sayılır bir yer tutan iktidar mücadelelerini, şehzade isyanlarını da körüklemiştir. Bu mücadelenin sonucunu belirleyici unsur ise hep güç üstünlüğü olmuştur.

Büyük Selçuklu Devleti'nin bölgesel bir uzantısı olan Türkiye Selçuklu Devleti de Selçuklu hanedanından Kutalmışoğulları tarafından kurulmuştur. Süleymanşah ve kardeşleri, amcaları Mikail'in oğulları ile yollarını ayırarak Anadolu'da bağımsız bir devlet kurmayı başarmışlardı. Ancak ilk iki sultan Süleymanşah ve 1. Kılıç Arslan, güneydoğu (el-Cezire, Suriye) siyaseti dolayısıyla Büyük Selçuklular'la girdikleri nüfuz mücadelesinde hayatlarını kaybettiler.

Kutalmışoğulları bu mücadelelere rağmen Anadolu'daki hakimiyetlerini sürdürmeyi başardılar. Diğer Selçuklu şubelerinde olduğu gibi, "kut" inancının tezahürü olarak, şehzadelerin  iktidar  mücadeleleri  devam etmiştir. Hatta  eski bir Türk geleneği  olan ülke topraklarının yönetiminin hanedan üyelerine taksimi uygulaması da zaman zaman görülmüştür. il. Kılıçarslan'ın 11 oğlunu ülkenin çeşitli bölgelerine tayin etmesinin sarsıntıya sebep olması üzerine bu uygulamadan vazgeçilmiştir.

Sultanın gücünün ve otoritesinin yerle bir edildiği Moğol işgali döneminde, birbirlerine üstünlük sağlayamayan şehzadeler adına yürütülen mücadeleler ülkeyi kaosa sürüklüyordu. Devlet geleneğinde bulunmadığı halde, tahribatı önlemek için tecrübeli, saygın devlet adamları iki veya üç kardeşin ortak hükümdar olması çözümüne başvurmuşlardır.

Ancak hanedanın bütün bu güç kaybına rağmen, meşruiyeti tartışma konusu olmamıştır. Nitekim Sadeddin Köpek ve Cimri meselesinde olduğu gibi, taht iddiasına tevessül edenler de, ancak Selçuklu hanedanına mensup oldukları iddiasıyla ortaya çıkabilmişlerdi.

Nitekim onlar da iddialarına rağmen başarısız olmuşlardır.

Sultan ve Abbasi Halifesi

Büyük Selçuklu Devleti'nin Sünni Abbasi hilafetiyle dostane başlayıp zamanla gerginleşen yoğun ilişkileri ile kıyaslanacak olursa, Türkiye Selçuklularının Abbasi halifeleri ile ilişkileri daha seyrek ve semboliktir. Süleymanşah, Büyük Selçuklu sultanı Melikşah'a rağmen bir meşruiyet arayışı içindeyken bir ara Şii kadı ve hatib tayin edilmesini istemişti. Bu durum Fatımi halifesini tercih ettiği anlamına gelse de, daha ziyade siyasi bakımdan bir meydan okuma olarak kabul etmek gerekir. Türkiye Selçuklu paralarında, Hülagü'nun Bağdat'ı işgalinden (1258) 1266'ya kadar son halife bazen el-İmam el-Musta'sim bi'llah, bazen de el­ İmam el-Ma'süm bi'llah adıyla zikredilmeye devam edilmiştir. Hilafetin Kahire'ye, Memlüklerin himayesine intikal etmesinden sonraki halifelerin adları hiç zikredilmemiştir. il. Kılıçarslan ve sonraki sultanlar sikkelerinde zaman zaman burhanu kasimu nasıru    Emiri'l-Mü'minin (Mü'minlerin Emirinin delili/ ortağı/ yardımcısı) ibarelerini kullanmışlardır.

Dikkate değer ilişki ise Fütüvvet teşkilatının başına geçip bu teşkilatın nüfuzundan faydalanarak hilafeti daha etkin hale getirmeye çaba gösteren Halife en-Nasır li-Dinillah'ın Türkiye Selçuklu Sultanı 1. Keykavus'a fütüvvet alametlerini göndererek onu bu teşkilata dahil etmesidir. Bu alametleri getiren devrin büyük mutasavvıflarından Şeyh Şihabüddin Ömer es­ Sühreverdi, daha sonra yine aynı halife tarafından 1. Keykubad'ın tahta çıkışı dolayısıyla bir   kere daha  Anadolu'ya  gönderilmiştir.

"Metbu" Devlet ve "Tabi"leri

Türkiye Selçuklu Devleti Moğol istilasına kadar, Anadolu'da dönem dönem bazı bölgesel güçleri kendisine tabi kılmıştır. Kilikya Ermeni krallarından 1. Hetum, 1. Keykubad ve il. Keyhusrev zamanında  Türkiye Selçuklularına tabi  olmak  zorunda  kalmış  ve bastırdığı  sikkelerde  bu sultanların isim ve unvanlarına yer vermiştir. Ayrıca Mardin ile Amid ve Hısn-Keyfa Artukluları, Erzincan  ve Divriği Mengücekleri, Sümeysat ve Haleb Eyyubi melikleri ve Musul atabegi    Bedrüddin Lü'lü' de zaman zaman Türkiye Selçuklu sultanlarına tabi olmak zorunda kalmışlardır. Ancak  Türkiye  Selçukluları  bu azamet  devrinden  sonra,  Moğollara  tabi duruma düşmüşlerdir.

1243 Kösedağ bozgunundan yıkılana kadar hukuki ve fiili olarak, bölgesel Moğol devleti Altınorda vasıtasıyla Karakorum'daki Büyük Moğol Hanının; sonra da diğer bir bölgesel Moğol Devleti olan İran'daki İlhanlıların boyunduruğu altında kaldılar. Hatta III. Keykubad bastırdığı bazı sikkelere metbu olarak Gazan Han'ın adını koydurmuştur.


Resim 1: Eyyübi meliki en-Nasır il. Yusuf'un, Sultan il. Gıyaseddin Keyhusrev'e tabi iken 637/1239-40'de Haleb'de bastırdığı dirhem sikke


Resim 2: Kilikya Ermeni kralı 1. Hetum'un Sultan 1.  A.

Keykubad'a tabi iken bastırdığı bilingual dram


 

 

Sultanın Sembolleri

Sultana ait olan her şey zamanla onun alameti olmuştur. Taht ve taç doğal olarak sadece sultana mahsustur. Diğer semboller belli sınırlandırmalarla, tabiler veya diğer devlet adamları tarafından da kullanılmaktaydı. Fakat sultana ait olanlar diğerlerinden  daha farklı, haşmetli ve emsaliz idiler. Unvan-lakap-künye, hutbede adını okutturma, sikke bastırma, nevbet vurdurma, tuğra ve tevki', saray ve otağ, tıraz, hil'at, çetr, gaşiye bunların başlıcalarıdır.

Unvan-lakap-künye: Unvan hükümdarın siyasi durumunu resmen ifade eden ve adının başına getirilen sıfat veya sıfat tamlamalarıdır. İlk hükümdar Süleymanşah'ın sultan unvanını bizzat kullanıp kullanmadığı hakkında farklı rivayetler vardır. 1. Kılıçarslan ise sultan unvanıyla zikredilmektedir. Türkiye Selçuklu hükümdarları da diğer Selçuklu sultanları gibi, önceleri genellikle es-sultanu'l-muazzam (ulu, büyük sultan), daha sonra ise es-sultanu'l-a'zam (en büyük sultan) unvanlarını kullanmışlardır. Bu iki unvanı 1. Keykubad düzensiz bir şekilde ayrı ayrı kullanmış, sonra oğlu il. Keyhusrev'den itibaren Selçuklu hükümdarları hep es-sultanu'l-a'zam unvanını taşımışlardır. Moğol İşgali döneminde devlet güç kaybettikçe, bununla ters orantılı olarak sultanların daha iddialı unvanlar taşıdıkları görülür. Diğerlerinden farklı olarak il. Süleymanşah es-sultanu'l-kahir (kahreden sultan), 1. Keykavus ise es-sultanu'l-galib (galip sultan) unvanlarını kullanmışlardır. Kösedağ bozgunundan sonra il. Keyhusrev ile sonraki bazı sultanlar darp ettirdikleri sikkelerde bazen zıllu'l/ahi fi'l-alem (Allah'ın yeryüzündeki gölgesi)  unvanını da eklemişlerdir. Kitabelerde ise daha uzun ve süslü unvanlara rastlanır. Şehzadeler ise melik unvanını kullanmışlardır.

Ortaçağ İslam dünyasında yaygın bir gelenek olan lakablar genellikle (sıfat)+ü'd-dünya, +ü'd-din, +ü'd-devle veya +ü'l-mille formlarından oluşan sıfat tamlamalarıdır. Türkiye Selçuklu sultanları lakab olarak ızzü'd-din (dinin izzeti, kudreti),ğıyasü'd-din (dinin yardımcısı), rüknü'd-din (dinin temel direği) ve a/aü'd-din (dinin yücesi, şerefi) kalıplarını kullanmışlardır. Sikkelerde ise lakablar hep (ızz / gıyas / rukn / ala)+ü'd-dünya ve'd-din şeklinde kullanılmıştır. Yine Araplar'dan İslam dünyasına intikal edip yaygınlaşan ebü (babası)+...... formundaki künye geleneği de Selçuklularda devam etmiştir. Türkiye Selçuklu sultanları genellikle ebu'l-Jeth künyesini kullanmışlardır.

 Hutbe: İslam dininde Cuma ve bayram namazlarının bir rüknü olan hutbe, aynı zamanda otoritenin ve siyasi iktidarın kendini ifade ettiği bir sembol olmuştur. İktidarın toplumla iletişim kurabileceği, kendini ifade edebileceği doğal ve etkili bir fırsat olan hutbeyi, halife ve hükümdarlar gayet iyi değerlendirmişlerdir. Tahta çıkan şehzadenin ilk yapacağı iş hutbede, sultan unvanıyla adını okutturmaktı. Hanedan mensubu ve diğer tabiler ise kendi bölgelerinde okunan hutbelerde sultanın adından sonra kendi isimlerini okutabilirlerdi. Aksi takdirde isyan etmiş kabul edilirlerdi. Abbasi halifesi ise sultanlığının tanınması için kendisine başvuran şehzadenin talebini uygun görürse Bağdat ve civar şehirlerdeki hutbelerde onun adının okunmasını sağlar; böylece iktidarın meşruiyeti ilan edilmiş olurdu.

I.Süleymanşah'ın Tarsus'u fethettikten sonra Trablusşam hakimi Şii Kadı İbn Ammar'dan kadı ve hatib istemesinin itikadi bir tercih olmadığı, Sultan Melikşah karşısında siyasi bir manevra olduğu aşikardır. Diğer taraftan onun Antakya'nın fethi dolayısıyla Sultan Melikşah'ın (ve Abbasi halifesinin) adını hutbede okuttuğu ve sikke kestirdiği rivayeti de zayıftır. 1. Kılıçarslan'dan itibaren bütün Türkiye Selçuklu sultanları kendi adlarına hutbe okutmuşlardır. Türkiye Selçukluları Güneydoğu Anadolu, Suriye ile el-Cezire'de gücünü hissettirdiği zamanlarda bazı Artuklu ve Eyyubi melikleri ile Erbil'deki Beğteginliler de tabiiyet alameti olarak hutbelerde Selçuklu sultanlarının adlarını zikretmişlerdir.

Sikke: Aslında iktisadi bir araç olan sikkeler üzerinde, para disiplinini, güvenilirliğini sağlamak için bastıran yöneticiyi ifade eden yazı ve semboller yer alır. Aynı zamanda yöneticiler sikkelerin toplumun her kesimine ulaşabilmesini fırsat bilerek otoritelerinin yayılmasını ve kabulünü de bu suretle sağlamaktaydılar.

Türkiye Selçuklularından günümüze ulaşan ilk sikkeler 1. Mesud'a aittir. 1. Mesud bakır olan sikkesinde es-sultanu'l-muazzam unvanı ile bağımsızlığını göstermekte, ancak  diğer yüzünde Bizans hükümdarının tasviri bulunmaktadır. Yeni sikkelerin yerli halk tarafından da benimsenmesini sağlamak için böyle bir uygulamaya gidildiği anlaşılmaktadır. İlk altın dinarı il. Kılıç Arslan, sonra da oğlu il. Süleymanşah bastırmıştır. Basılan sikkelerin çoğunluğunu gümüş dirhemler ile bakır felsler oluşturmaktadır. 45 kadar darphanede sikke basıldığı tesbit edilmiştir. En fazla sikke basılan darphanelerin başında Konya, Sivas ve Kayseri gelir. Yukarıda da görüldüğü gibi sultan ve meliklerin kullandıkları unvanları, nerelere hakim olduklarını, tabilik ilişkilerini sikkeler üzerinden tespit etmek mümkündür. Bazı gümüş ve bakır sikkelerde mızraklı süvari, ok atan süvari, aslan ve güneş gibi tasvirlere yer verilmiştir. Şehzadelerin ikili, üçlü ortak hükümdarlık dönemlerinde  basılan sikkelerde, bu şehzadelerin  hepsinin isimleri yer almıştır.

Resim 3: Sultan il. Süleyman(şah)'ın (596/1199- 1200)'de Aksaray'da  bastırdığı dirhem sikke

Resim 5: Sultan il. Giyaseddin Keyhusrev'in (639/1241-42)'de Sivas'ta bastırdığı aslan-güneş tasvirli dirhem


Resim 4: Sultan 1. İzzeddin Keykavus'un (613/1216- l?)'de Konya'da  bastırdığı dinar

Resim 6: iV. R. Kılıç Arslan'ın (646/1248-49)'de Sivas'ta  bastırdığı  dirhem

Resim 7: Sultan il. i. Keykavus'un (656/1258)'de Develi'de bastırdığı dirhem

Tuğra ve Tevki': Türkçe bir kelime olan tuğra Oğuz Türklerinde hükümdarların resmi belgeler, sikkeler ve kitabeler üzerindeki alametlerine denmektedir. Tevki' ise Arapçadır ve Ortaçağ İslam devletlerinde hükümdarın kararı, bunun yazılı sureti, ferman gibi anlamlarının yanı sıra tuğra karşılığı olarak da kullanılmıştır.

Büyük Selçuklu, Kirman ve Irak Selçuklu devletlerinde tuğranın, ok ve yay veya sadece yay şeklinde kullanıldığını, sikkeler üzerinde de örnekleri bulunduğunu bilmekteyiz.  Türkiye Selçuklularında tuğranın, daha çok XIII. yüzyılın ortalarına ait belge ve kitabelerde zamanla sultan/es-sultan kelimesine dönüştüğü görülmektedir. Bazı temlikname ve vakfiyelerin başında kırmızı mürekkeple ve geniş büyük harflerle yazılmıştır. Keza ğulam ümeranın yaptırdığı bazı binaların kitabelerinde ise es-sultani (sultana ait/mensub)  kelimesine  rastlanır.

Tevki'nin ise ferman (menşür)da tuğranın üst kısmına Allah'ın gücünü, kudretini ifade eden bir cümlecik olarak yazıldığı anlaşılmaktadır. Selçuklu sultanlarının  kendilerine mahsus kullandıkları tevki/erin örneklerini sikkelerinde görmek mümkündür. Bunlar, el-ızzetü li'l/ah, el-minnetü li'l/ah, elmülkü li'l/ah, el-azamatü li'l/ahtır. Anlaşılan odur ki hükümdarlar ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar kendi tuğrasını çektirmeden veya adını zikretmeden önce, bu ibarelerle asıl gücün, kudretin ve mülkün Allah'a ait olduğunun idrakinde olduklarını ifade etmek  istemektedirler.

Resim 8: Celaleddin

Karatay'ın kervansaray vakfiyesinin (645/1248) tarihli zeylindeki tevki' ve tuğra 

Nevbet: Nevbet (mehter/bando) takımının sultanın saray veya otağının önünde günün beş (namaz) vaktinde nevbet (davul, kös) vurması, onun saltanatının devam etmekte olduğunun ilan edilmesi anlamına gelmekteydi. Bu eski Türklerden intikal eden bir gelenekti. Ayrıca büyük buluşmalarda, sevindirici bir gelişme olduğunda veya savaşlarda da nevbet takımı görev yapardı. Nevbet takımına nevbetiyye, bunların bulunduğu mekana nevbethane veya tablhane denilmekteydi. Sultanın izin verdiği tabiler ise günde sadece üç vakit nevbet  vurdurabilirlerdi.

Tıraz ve Hil'at: Hükümdarların değerli kumaşlardan dikilen ve üzerine şerit halinde ad, unvan, künye va lakaplarının işlendiği elbiselerine tıraz adı verilmekteydi. Sultanın onurlandırma, ödüllendirme, tayin, terfi veya başka nedenlerle yabancı devlet adamlarına, gelen elçilere ve devlet adamlarına verdiği veya gönderdiği hediyelere ise hil'at denilmekteydi. Bu hediyeler başta değerli kumaşlardan dikilmiş kıyafet olmak üzere, para, kılıç, kemer, at, eyer takımı veya ğulamlardan oluşmaktaydı.

Türkiye Selçuklularında da sultanların cülus, veliaht tayini ve fetih nedeniyle ileri gelen devlet adamlarına, ayrıca yabancı hükümdarlara, vassallara, melik şehzadelere, vezirliğe getirilen devlet adamına, cezası affedilen önemli kişilere, önemli bir görevi yerine getirene, habercilere (kasıd), elçilere, şairlere vd. hil'atler verdikleri veya gönderdikleri hakkında kaynaklarda birçok kayda rastlanmaktadır.

Çetr: Sanskritçe bir kelime olup, güneşten korunmak için baş üzerinde tutulan şemsiye anlamındadır. Doğu toplumlarında çok eski bir gelenek olarak hükümdar at üzerindeyken, yürürken veya tahtta otururken onun başı üzerine bir ğulam (çetrdar) tarafından çetr tutulurdu. Türkiye Selçuklularında çetr-i hümayün, çetr-i cihangir veya çetr-i şahanşah adlarıyla zikredilen bu şemsiyenin rengi siyahtı. Çetrin basit bir gölgelikten ibaret olmadığı, onun ortaya çıkmasının veya açılmasının sancağın açılmasıyla aynı anlama geldiği anlaşılmaktadır. Zira muhtelif merasimlerde, gezintilerde olduğu gibi sefere çıkarken ve savaş meydanında da sultanın varlığı uzaktan çetrinden anlaşılırdı. Dolayısıyla ona yüklenen sembolik anlam çok önemliydi. Uzaktan çetri görenler atlarından inerek, hatta yer öperek sultana saygılarını sunarlardı. Bir savaş  sırasında çetrin kaza ile yere düşmesi, askerlerin sultanın hayatı hakkında endişeye düşmesine, hatta doğan kargaşa nedeniyle savaşın kaybedilmesine bile sebep olabiliyordu.

Resim 9: Yaşlı bir kadının arzıhal sunduğu Büyük Selçuklu sultanı Sancar'ın üzerine tutulan çetr (Nizami'nin Hamse'sinin 1543 tarihli bir Safevi dönemi nüshasından)

Gaşiye: Arapçadan gelen ğaşiye kelimesi, başka anlamları da olmakla birlikte, daha çok atların eyer örtüsüne verilen isimdir. Ancak Selçuklu tarihinde onu sıradan bir eyer örtüsünün   ötesinde tamamen farklı bir alamet olarak görmekteyiz. Sanki bu örtü eyeri örtmek için değil  de, hükümdara saygı göstermesi, ona boyun eğmesi gerekenlerin taşıması için kullanılmaktadır. Gaşiye normal şartlarda sultanın maiyetinde bulunan rikabdar tarafından el üstünde taşınırdı. Ancak onun genellikle bir şehrin fethinden sonra şehir hakiminin sultana itaat etmesinde veya karşılama merasimlerinde olduğu gibi, tabilerin sadakatlerini göstermesi için bir araç  olarak kullanıldığı görülür. Tabiler hükümdarın ğaşiyesini elleri veya omuzları üzerinde taşıyarak onun atının  önünde yürürlerdi.

SARAY VE TEŞKİLATI

Saray hükümdarların hem evi, hem de devleti yönettikleri iki farklı işlevi olan bir mekandır. Sarayın bu iki bölümü birbirinden bağımsız ayrı binalar da olabilirdi. Türkiye Selçuklu sultanlarına ve hanedan üyelerine ait, muhtelif yerlerde bir kısmının kalıntıları günümüze ulaşan saraylar mevcuttur. Bunların başlıcaları Konya'daki Alaeddin Köşkü, Kayseri'de Keykubadiye Sarayı, Beyşehir Gölü kıyısındaki Kubadabad Sarayı, Alaiye (Alanya) Sarayı, Alara Kalesi Kasrı, Antalya Sarayı'dır. Bu sarayların sahil şehirlerinde olanları kışlık; iç kısımlarda, yüksek yerlerde olanları ise yazlık mekan olarak kullanılmaktaydı.

Sarayın sultanın ailesi ve hizmetkarlarıyla özel hayatını sürdürdüğü bölümüne harem denirdi. Haremde sultanın nikahlı eşi hatun veya hatunları, küçük yaştaki çocukları ile bunlara hizmet eden ve hace-sarayın (hadım ağası) idaresindeki cariyeler  bulunmaktaydı.

Burada sultanın hoşça vakit geçirmesini sağlayan muganni ve muganniyyeler (erkek ve kadın şarkıcılar), mutrib ve mutribeler (erkek ve kadın çalgıcılar), tabibler ve muabbir (rüya tabircisi) gibi hizmetkarların bulunduğu bilinmektedir. Sultanlar çıktıkları seferlerde  veya seyahatlerde genellikle haremi de yanlarında götürürler, tehlikeli durumlarda ise güvenli yerlere gönderirlerdi.

Sultanın yakın hizmetini ve sarayın genel işlerini gören saray personeli ğulam sistemiyle eğitilen kişilerden seçilmekteydi. Esir alma, satın alma veya hediye gönderilme şeklinde temin edilen ğulamlar, ğulamhanede "baba" denilen kişiler tarafından eğitime tabi tutulmaktaydılar. Bu eğitimden sonra liyakatlerine göre devletin saray, hükümet, ordu, eyalet gibi muhtelif teşkilatlarında hizmete başlarlardı. Saray emirlerine muhtemelen daha çok güven duyulduğu için, asli vazifelerinden başka ikinci veya geçici görevler verilmekteydi. Zira kaynaklarda saray emirleriyle ilgili kayıtların çoğu, onların bu tür görevleriyle ilgilidir. Kılıç ehlinden olan bu emirler seferlerde komutanlık yapmakta veya elçi olarak gönderilmekteydiler.

Bu görevlilerin büyük çoğunluğu aynen, bazıları da küçük farklarla Büyük Selçuklu sarayında da mevcuttur. Kendilerine bağlı ğulamları da olan bu emirlerden başlıcaları önem derecesine  göre şunlardır:

Melikü'l-hüccab veya emir-i hacib: Sarayın en büyük amiridir. Maiyetinde hacibler vardır.

Sultan ile Divan-ı A'la yani hükümet arasındaki irtibatı sağlardı. Ancak kaynaklarda onlardan daha çok komutan veya elçilik gibi geçici görevleri dolayısıyla bahsedilmektedir.

Emir-i perdedar: Sultanın huzuruna girip çıkanlardan, protokolden sorumlu olan  emirdir.

Üstadü'd-dar: Sarayın mutfak, fırın ve ahır gibi bütün kısımlarının ihtiyaçlarını ve saray personelinin maaşlarını, bu işler için tahsis edilen kaynaklardan karşılayan görevlinin  adıdır.

Emir-i dad: Özellikle sultana ve devlete karşı, yani siyasi suç işlediği iddiasıyla cezalandırılan kimselerin cezalarını infaz ederdi. Kendisine ait sarayı ve maiyeti olan bu emir görevi dolayısıyla çok etkili bir konumda olduğundan kendisinden  korkulurdu.

Emir-i abur: Sarayın ahırından ve sultanın atlarından sorumlu olan emirdir.

Emir-i alem: Merasim ve seferler sırasında sultanın sancağını taşıyan ve ondan sorumlu olan emirdir.

Emir-i camedar: Sultanın elbiselerinin bulunduğu camehaneden ve sultanın giyim kuşamından sorumludur. Emir-i camedar ve maiyeti yeni tahta çıkan sultana bohçalar içinde elbiseler ve altın hil'atler sunarlardı.

Emir-i candar: Farsçada silah anlamına gelen can ile taşıyan anlamındaki dar kelimesinden oluşturulan bir unvandır. Bu emir sultanın ve sarayın güvenliğinden sorumlu olan candarların emiridir.

Emir-i çaşnigir: Çaşnigir lezzet tutan, tadına bakan anlamına gelen Farsça bir terkiptir. Sultanın sofrasından, yemeklerinden sorumludur. Bu emirin asıl önemi, sofraya getirilen yemeklerden sultandan önce tadarak zehirli olup olmadığını belirlemekti. Dolayısıyla böyle bir durumda önce kendi canından olacağı için, onun en büyük çabası bu ihtimali önleyici tedbirler almaktı.

Emir-i meclis: Diğer Selçuklu devletlerinde görülmeyen bu emir sultanın eğlence meclislerinin düzenlenmesinden  sorumludur.

Emir-i silah: Sarayın silahhanesinden sorumlu olan ve merasimlerde sultanın silahını taşıyan emirdir.

Emir-i şikar/Emirü's-sayd: Sarayın av hayvanlarından sorumlu olan ve bir nevi savaş tatbikatı mahiyetindeki sultanın av merasimlerini düzenleyen emirdir. Av kuşlarından sorumlu olan bazdarın (doğancı, kuşçu) bu emirin maiyetinde görev yaptığı anlaşılmaktadır.

Emirü't-taşt/Taşti: Kaynaklarda asıl göreviyle ilgili pek bilgi bulunmayan bu emirin ise hükümdarın leğen, ibrik gibi el-yüz yıkamak veya abdest almak için kullandığı kaplar ile çamaşır yıkama kaplarının ve kılıç, ayakkabı, minder, seccade gibi eşyalarının bulunduğu taşthaneden sorumludur.

Şarabdar-ı hass /  Şarab-salar: Sarayda her türlü meşrubatın muhafaza edildiği   şarabhaneden ve hükümdarın meclislerinde  onun ve misafirlerinin içeceklerinden sorumludur.

Hazinedar-ı (Hızanedar-ı) hass: Sultana ait para, mücevher, hil'at, silah ve değerli eyer takımlarının muhafaza edildiği hazineden sorumludur.

Rikabdar: Üzengi tutan anlamına gelen bu unvan sahibi emir, sultanın ata binip inmesine yardımcı olur ve saltanat alameti gaşiyeyi merasimlerde sultanın önünde  taşırdı.

Müneccim: Astrolojiyle uğraşan ve sultanın vereceği önemli kararlar arifesinde muhtemel olumlu, olumsuz gelişmeler hakkında öngörülerde bulunan kişidir.

Üstad-ı saray (muallim): Sarayda şehzadelerin eğitimiyle meşgul olurdu. Yazışma, haberleşme, hesap ve tarih gibi konularda dersler verdiği  anlaşılmaktadır.

MERKEZ (HÜKÜMET) TEŞKİLATI

Sasani bürokrasi mirasının etkisinde kalan Ortaçağ Doğu İslam dünyasının bir parçası olan Büyük Selçuklu Devletindeki hükümet ve bürokrasi geleneğinin Türkiye Selçuklu Devletinde de devam ettiği görülür. Vezaret makamı yani vezirliğin yetkilerinde, Divan-ı A'lanın işleyişinde ve dört divan reisinin bu divana katılması uygulamasında genellikle bir değişiklik yoktur. Ancak Moğol istilası bazı farklı uygulamaların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Vezaret: Vezir sultanın menşuru (fermanı) ile göreve başlar. Yürütme, yasama ve yargı yetkilerini  elinde bulunduran sultanın  vekili sıfatıyla  devletin  bütün işlerini idare eder. Genel olarak vezirin görev alanı ve yetkileri Büyük Selçuklu vezirleriyle aynıdır. Ancak Moğol istilasının doğurduğu fiili durum sonucunda vezir ve diğer üst mevkilerdeki  devlet  adamları artık otoritesi elinden alınan sultanın değil, İlhanlı hükümdarlarının ve onların tayin ettikleri umumi valilerinin istekleri doğrultusunda  icraat yapar duruma geldiler. Hatta vezir başta  olmak üzere naib-i saltanat ve atabegler sultan tarafından değil İlhanlılar tarafından seçilmeye başlandı.

Daha da ileri gidilerek sultanın vezirinden başka İlhanlılar da kendilerine bağlı ikinci bir vezir, naib-i saltanat ve atabeg tayin etmeye başladılar. Dolayısıyla devlet adamlarının icraatları genelde Selçuklu Devletinin ve ülkesinin menfaatlerinden çok İlhanlıların menfaatleri doğrultusunda  olmuştur.

Divan-ı A'la: Vezirin başkanlık ettiği bu büyük divan günümüzde hükümetin veya bakanlar kurulunun karşılığı olarak düşünülebilir. Divanın diğer üyeleri divan-1 tuğra/inşa, divan-1 istifa, divan-1 arz ve divan-1 işrafın başkanlarıyla naib-i saltanat, atabeg ve pervane idi. Bunlardan ilk dördü Büyük Selçuklu örneğiyle aynı; diğerleri ise Türkiye Selçuklu uygulamalarında görülmektedir.

Divan-ı Tuğra/İnşa: Reisinin unvanı sahib-i divan-1 tuğra/inşa veya tuğraidir. İç ve dış diplomatik, resmi yazışmaları ve diğer belgeleri düzenleyen ve sultanın menşurlarına tuğra çeken divandır.

Divan-ı İstifa: Reisinin unvanı sahib-i divan-1 istifa veya müstevfidir. Bu divan hazinenin gelir ve giderlerini düzenler, yıllık bütçeyi hazırlardı. Bugünkü maliye bakanlığının karşılığıdır.

Divan-ı Arz: Reisine sahib-i divan-1 arz, eyaletlerdeki temsilcilerine arız denmekteydi. Asker sayısını belirleme ve toplama, askeri teçhizatı tedarik, kayıt ve kontrol etme, askerlere tevcih edilen iktaların idaresi, hassa ordusu askerlerinin bistegani denilen ücretlerinin üç ayda bir ödenmesi bu divanın sorumluluğundaydı. Yani görev alanı bugünkü savunma bakanlığına denk düşmektedir.

Divan-ı İşraf: Reisine sahib-i divan-1 işraf veya müşrif denirdi. Devletin mali işlerinin, gelir ve giderlerinin  kontrolünden,  denetlenmesinden sorumludur.

Büyük Selçuklulardan farklı olarak bu dört divan reisinin dışında divan-1 a'laya katılan diğer devlet adamları:

Atabeg: Selçuklularda görülen bir unvandır. Büyük Selçuklularda eyaletlere melik olarak gönderilen şehzadelerin beraberinde güvenilir ve devlet tecrübesi olan bir bürokrat da gönderilirdi. O, şehzade adına eyaleti yönetir, şehzade de tecrübe kazanırdı. Atabegin bu görevi diğer Selçuklu hanedanlarında da devam etmiştir. XII. yüzyılın başlarında Irak Selçuklu Devletinde tahta çıkan şehzadeler atabeglerini de merkeze taşıyınca, o zamana kadar melik atabegliğiyle sınırlı kalan görev alanları sultan atabegliğine dönüştü. Hatta Büyük Selçuklu ve Irak Selçukluları'nda merkezi otoritenin zayıflamasıyla atabeglik, kurum anlamı dışında bir mahiyet kazandı. Musul'da Zengiler, Azerbaycan'da İldenizliler, Fars'da Salgurlular; tıpkı meliklik, emirlik gibi, atabeglik adı taşıyan tabi siyasi teşekküllere dönüştü.

Türkiye Selçuklularında da melik ve sultan atabegliği uygulamaları mevcuttu.

Ancak burada siyasi teşekküle dönüşmesine imkan vermeyecek tedbirler alınmıştı. Büyük Selçuklulardan farklı olarak Irak Selçuklularında başlayan sultan atabegliği uygulamasında, atabegler de divan-ı a'laya katılmaktaydılar. Bürokrasinin başındaki vezir, atabeg ve naib-i saltanatın nazari olarak görev alanları belirli ise de, uygulamada daha ziyade bu makam sahiplerinin dirayetleri ve güvenilirlikleri oranında birbirlerinin görev alanlarıyla  çakışabilecek işlerle de uğraştıkları görülür. Moğol İşgali döneminde İlhanlılar bu makama da müdahale edip, ilhana karşı sorumlu ikinci bir atabeg tayin etmeye başladılar.

Naib-i saltanat: Daha önce muhtelif makamların temsilcisi olarak naib unvanının kullanıldığı biliniyor ise de naib-i saltanat unvanı, Ortaçağ İslam dünyasında büyük ihtimalle ilk defa Türkiye Selçuklularında görülmektedir. İlk örneklerine XIII. yüzyılın başlarında rastlanır. Naib-i saltanatın görevi, sultan başkentten ayrıldığı zamanlar ona vekalet etmektir. Süleymanşah'ın Suriye seferi sırasında İznik'te yerine bıraktığı Ebü'l-Kasım ile onun yerine geçen Ebü'l-Gazi'nin durumları bu makama uygun düşüyor ise de, bu unvanın o dönemde ortaya çıkıp çıkmadığı bilinmemektedir.

Kaynaklarda bu makam niyabet-i hazret-i saltanat veya niyabet-i saltanat-ı Rüm gibi muhtelif tamlamalarla zikredilir. Protokolde vezir ve atabegden sonra gelir. Moğol tahakkümü döneminde merkezi otorite dağılınca devlet adamları kendi ikballeri için onlarla işbirliğine giriştiler. Vezaret ve atabeglikte olduğu gibi bu makamda da iki başlılık ortaya çıktı. Sultanın naibinden başka Moğol hanı adına da bir naib tayin edilmeye başlandı. Nitekim İlhanlı Abaka Han aynı zamanda vezirlik de yapan Sahih Ata'yı kendi niyabet-i hazret-i u01alığına, Müstevfi Celaleddin Mahmud'u da sultanın naibü's-saltanati'l-muazzamalığına tayin etti. Nazari olarak görev alanları belirlenmiş olsa da, özellikle vezir, atabeg ve naib-i saltanatın uygulamadaki icraatları arasında belirgin bir fark bulunmamaktadır. Kaynaklarda bu unvanı taşıyanların sultanı muhaliflerine karşı korumak ve onları saf dışı etmek, isyanları bastırmak, başşehri savunmak, Moğollara karşı destek sağlamak için komşu devletlerle görüşmek, elçilik yapmak veya sultanın kızının gelin alayına başkanlık etmek gibi görevler yaptıkları görülür.

Divan-ı pervanegi: Bazı belge türlerine ve bunları hazırlayan kişiye pervane, belgeleri düzenleyen makama ise divan-ı pervanegi denilmekteydi. Büyük Selçuklularda önemli hüküm ve ferman anlamında kullanıldığı anlaşılan pervane teriminin, bir unvan olarak kullanılmasıyla ilgili bilgi yoktur. Pervanegi, Türkiye Selçuklularında mülk, ikta gibi arazi işlerinden sorumlu olan ve bunlarla ilgili tayin, temlik, tahrir işlerini düzenleyen, menşür ve beratları hazırlayan görevlidir. Aslında çok üst düzey bir memuriyet olmadığı halde divan-ı a'la üyelerinden biridir.

Onun ne zamandan beri divan üyesi olduğu, bu durumun Moğol işgali döneminde mi veya şahsi nüfuzlarıyla sultan üzerinde etkili olan pervaneler dolayısıyla mı öne çıktığı meselesi araştırmaya muhtaç bir konudur. Pervanelerin en meşhuru ve Moğol işgali sırasında bir döneme adını veren Muinüddin Süleyman Pervane'dir. Nitekim onun bu gücü pervanelik makamından değil, şahsi meziyetleri ve nüfuzundan gelmiştir.

Divan-ı a'laya bağlı olmayan başka divanlar da vardı ve bunların reisleri adı geçen divanın toplantılarına  katılmıyorlardı.

Divan-ı mezalim: Ortaçağ İslam devletlerinde yaygın olan bu divan Selçuklulara da intikal etmiştir. Memurların veya askerlerin nüfuzlarını kötüye kullanıp baskı kurarak fazla vergi aldığı veya mallarını gasbettiği sivil halkın hak aradığı, adaletin tecelli etmesini umdukları en yüksek makamdır. Büyük Selçukluların ilk zamanlarında haftada iki gün toplanan bu divana bizzat sultan başkanlık etmekteyken, sonraları bu yükümlülüklerini vezirlere, eyalet ve vilayetlerde ise meliklere, reislere veya kadılara bırakmışlardır. Türkiye Selçuklularında da bu divan mevcuttur. Nitekim il. Keyhusrev'in, daha önceki sultanların yaptığı gibi Pazartesi ve Perşembe günleri oruçlu olarak divan-ı mezalime (dad-gah) gelerek kadı ve imamlar huzurunda şikayetleri dinlediği ve adalet dağıttığı bilinmektedir.

Divan-ı evkaf-ı memalik: Özerk kurumlar olan vakıflar, vakfeden kişinin belirlediği şartlar doğrultusunda, kadının vakıf hukukuna uygun şekilde düzenlediği vakfiyesine tabidir. Vakıf hukukuna aykırı uygulama, suiistimal, yolsuzluk veya anlaşmazlık olmadığı müddetçe bir dış müdahale söz konusu değildir. Aksi halde divan-ı evkaf-ı memalik olaya el koyar, soruşturma açar ve sorumlularını  muhakeme ederdi.

Divan-ı hass: Gelirleri sultana tahsis edilen arazilerin idaresinden  sorumludur.

TAŞRA TEŞKİLATI  VE İKTA SİSTEMİ

Taşra bilindiği gibi devletin vergi kaynağı, toplumun da tahıl ambarıdır. Köylünün ekip biçtiği, hububat üretilen bu topraklardan hem ikta vergisi tahsil ediliyor, hem de ülkenin tahıl ihtiyacı karşılanıyordu. Ortaçağ İslam dünyasında mevcut olan ikta sistemi, Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından askeri ikta şeklinde geliştirilip yaygınlaştırılmış; böylece toprağa bağlı ve sadece sefer zamanlarında orduya katılan bir askerlik sistemi ortaya çıkmıştı. Bu uygulama, daha sonra Osmanlı Devleti'nde de ülke toprakları üzerinde devletin mülkiyetinin esas olduğu miri arazi sisteminin bir parçası olarak tımar adıyla devam etmiştir.

Bu sistemin başlıca özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür:

  • Arazi gelir vergisi ekilen mahsulün cinsinden ayni olarak toplanmaktadır.
  • Eyalet ve vilayetlere tayin edilen yöneticilerin hizmet bedelleri yerinde tahsil
  • Sulh zamanında, tayin edildikleri vilayet veya daha küçük idari birimler mukta1ar (ikta sahipleri) tarafından yönetilmektedir.
  • Sefer zamanı önceden belirlenen miktarda asker toplanarak orduya katılması  sağlanmaktadır.
  • Uygulanan bu sistemle vergi tahsili, eyalet yönetimi ve asker temini birlikte sağlanmış, böylece kaynak israfı ve gereksiz istihdam önlenmiştir. Eyalet ile merkez arasında para transferine gerek kalmamış ve gelirler kendi bölgesinde değerlendirilmiştir.
  • 'Mukta' toprağın mülkiyetine sahip olmadığı gibi, toprağı işleyen ve vergisini veren köylü üzerinde de bir tasarruf hakkına sahip değildir. Aynı şekilde arazilerden alınacak vergiyi ikta sahibi değil, devlet belirlediği ve ikta sahibinin köylü üzerinde bir tasarrufu söz konusu olmadığı için, sistem feodal bir karakter taşımaz. Büyük Selçuklularda meliklere veya büyük komutanlara bir eyaletin tamamının yönetimi, dolayısıyla ikta gelirleri de bölünmeden tahsis edilmekteydi. Merkezi otoritenin zafiyete uğradığı dönemlerde bunun mahzurları görüldüğü için Türkiye Selçukluları ikta tevcihlerinde farklı bir uygulama başlatmıştır. Bir valiye idari hizmetinin karşılığı (ücret/maaş) olarak takdir edilen ikta arazileri tek parça olarak değil, farklı bölgelerde, yani valilik yaptıkları şehirlerden uzak yerlerde verilmekteydi. Böylece aynı zamanda asker toplama alanı olan ikta bölgelerinde, isyan etme eğilimi olan yöneticilere fırsat verilmemiş oluyordu. Ayrıca Sultan il. Kılıçarslan'ın ülke yönetimini 11 oğlu arasında taksim etmesinden sonra, siyasi parçalanma belirtilerinin görülmesi üzerine de bu uygulamadan  vazgeçilmişti.
  • Saray emirlerine ve merkez teşkilatındaki bürokratlara ek gelir olarak ikta da verilmiştir. Ancak bunlar ikta bölgesinde oturmadıkları için idari iktalardan, askerlere erzak temini için verilmemesi açısından da askeri iktalardan ayrılmaktadır.
  • Ömür boyu tahsis edilen emlak, babadan oğula geçen tasarruf hakkı veya para bağışı yapılmak suretiyle ortaya çıkan şahsi iktalar da vardı.

Türkiye Selçuklularında da, Büyük Selçuklulardaki kadar belirgin olmamakla beraber, taşra yönetiminde eyalet idari birimleri mevcuttur. Eyalet adı kullanılmadığı halde valilerin tayin edildikleri yerler bazen sadece bir şehirden ibaret olmayıp civarıyla birlikte zikredilmektedir. Bu da fiili olarak eyalet yönetiminin uygulandığını göstermektedir.

Taşraya yönetici olarak gönderilen idarecilerin taşıdıkları unvanları şöyle sıralamak  mümkündür:

Melik (şehzade), melikü's-sevahil reisü'l-bahr, sahih, sübaşı serleşker, mukta; naib.

ASKERİ TEŞKİLAT

Türkiye Selçuklularının askeri teşkilatı da esas itibariyle Büyük Selçuklunun devamı mahiyetindedir. Bu sebeple her ikisi de, boylar birliği esasına dayanan bozkırlı Türk Devleti hüviyetleri dolayısıyla Türkmenlere dayanmaktaydılar. Ancak devletin asli unsurunu ve büyük ölçüde askeri gücünü oluşturan Türkmenler, Selçuklu sultanlarının merkeziyetçi politikalarına direndikleri ve şehzade isyanlarında devleti sarsıntıya uğratacak roller oynadıkları için zamanla sistemin dışına çıkarıldılar. Büyük Selçuklularda Nizamülmülk'ün tavsiyesiyle, boy dayanışması kırılacak şekilde, kendilerinin alternatifi olan ğulam sistemi içinde dağıtılmaya çalışılmışlardı. Buna rağmen direnen unsurlar batıya göç ederek Azerbaycan ve Anadolu'da yoğunlaştılar.

Türkmenler aynı problemlerin yaşandığı Türkiye Selçuklularında ise, 1176'dan sonra daha çok uçlara itilmek suretiyle merkezden uzaklaştırılmış; fakat uç beylerinin idaresinde askeri hizmete devam etmiş, ikinci dönem beyliklerin de temelini oluşturmuşlardır.

Gulam Askeri

Muhtelif yollarla temin edilip ğulamhanelerde ciddi bir eğitimden geçirilen ğulamlardan   seçilmiş, daimi, maaşlı, profesyonel askerlerdir. Türkiye Selçuklularında Türk, Kıpçak, Hıtay, Kürt, Tacik, Deylemli, Kazvinli, Keşmirli, Rum, Ermeni, Gürcü, Rus, Frank, hatta Çinli gibi çok farklı unsurlardan ğulamların bulunduğu bilinmektedir. Bunlar bulundukları konuma ve göreve göre muhtelif isimlerle anılmaktadırlar.

Gulaman-ı hass bütün saray ğulamlarını ifade edenğulaman-ı dergahtan seçilen ve doğrudan sultanın şahsına bağlı olan ğulamlardır. Bunlar sultanın özel hizmetini ve muhafızlığını yaparlar ve her zaman onun yanında bulunurlardı. Ancak sultanın emriyle muhtelif işlerde de görevlendirilirlerdi.

Heybetli ve yiğit olanlarından seçilen mefaridelerin bir kısmı sarayın, bir kısmı da sultanın muhafızlığını yaparlardı. Gulaman-1 hassın diğer bir kısmı da genel olarak hizmetkarları ifade eden mülazimandır. Bunlardan mülaziman-ı yatak-ı hümayün ise bizzat sultanın hizmetindeydiler ve dolayısıyle hassa ordusunda önemli bir yer teşkil  etmekteydiler.

İkta Askeri

Daha önce belirtildiği gibi, çok boyutlu bir sistem olan iktanın önemli bir hizmeti de ikta bölgelerinden seferlerden önce toplanan askerler sayesinde orduya katkı sağlamaktı. Türkiye Selçuklu Devleti, Büyük Selçuklu Devletinin uzantısı olarak onun asli unsurlarından biri olan bu sistemi de devralmıştır. Ancak askeri iktalar küçültülmüş ve vilayetlere sübaşı [serleşker) olarak gönderilen emirlerin yetkileri sadece toplayacağı askerlerin komutanı olmakla sınırlandırılmıştır. Bu olumlu değişiklikler merkezi otoriteyi güçlendirmiş ve en azından Moğol İstilasına kadar ülkenin istikrarına ve kalkınmasına büyük katkı sağlamıştır. Kaynaklarda leşker-i kadim de denen ikta askerleri, sulh zamanında bölgelerinde kendi işleriyle meşgulken, ancak sefer emri çıktığı zaman orduya katılırlardı. Bunlara profesyonel ve daimi asker olan ğulam askerlerine ödendiği gibi bir maaş da ödenmezdi.

Ücretli Askerler

İhtiyaç halinde temin edilen, başta Franklar olmak üzere, Türkmenler de dahil birçok farklı kökene mensup paralı askerlerdir. Bu uygulama Türkiye Selçuklularında XIII. yüzyılın başından itibaren görülür. Kaynaklarda leşker-i hadis adıyla geçen bu askerler zaman zaman etkili de olmuşlardır. Nitekim Babai İsyanının bastırılmasında Türkmenlere karşı ön saflara sürülen Frank askerlerinin etkili olduğu bilinmektedir.

Yardımcı Kuvvetler

Devlete zaman zaman tabi olmak zorunda kalan Kilikya Ermeni Krallığı, Trabzon Rum Devleti ile Doğu, Güney-Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye'de hüküm süren Artuklular, Mengücekler, Eyyübiler gibi bölge ve şehir hakimleri  ihtiyaç durumunda, tabilik yükümlülüğü  gereği asker  göndermekteydiler.

Bunların dışında bazen zorunlu olarak, bazen kendiliklerinden orduya katılan gaziler, şehir kuwetleri, hatta evbaş veya ayyar denilen başıbozuk takımı gibi düzensiz gönüllü birlikler de bulunmaktaydı.

Donanma

Selçuklulardan önce, onların çağdaşı olan ve daha sonra Sultan 1. Kılıçarslan'a kızını veren, İzmir civarında bir beylik kurup Ege Denizinde faaliyet gösteren Çaka Beyin ilk donanmayı kurduğu bilinmektedir. Ancak Bizans imparatorunun entrikalarına itibar eden Sultan 1.Kılıçarslan, kayınpederini ortadan kaldırdı. İlk Selçuklu donanması ise, Antakya Seferine çıkan 1.Süleymanşah'ın İznik'te yerine bıraktığı Ebu'l-Kasım tarafından kurulmuştur. 1086 yılında Marmara Denizi'nde Kios Limanında gemi inşasına başlanmış ise de Bizans donanması bu gemileri ateşe verildi.

Bu tecrübelerden sonra, asıl teşebbüs Anadolu'da siyasi istikrarın sağlandığı XII. yüzyılın sonlarında iktisadi gelişmenin adımları atılmaya başlanmıştır. İç ve dış ticaretin gelişmesi için yol güvenliğini sağlayan kervansaraylar yapılmış; Antalya, Kalonoros (Alaiyye Alanya) ve Sinop liman şehirleri, hatta Kırım'daki Suğdak Limanı fethedilmiştir. Alanya'da donanma inşası için yapılan tersanenin kalıntıları günümüze  ulaşmıştır.

XIII. yüzyılın ortalarında Karadeniz'deki deniz üssü Sinop'ta reisü'l-bahr unvanını taşıyan donanma komutanı bulunmaktaydı. Bu komutanlığın Moğol istilasından sonra Akdeniz sahillerine, Antalya ve Alanya'ya intikal ettiği ve önce emirü's-sevahil, sonra da melikü's­ sevahil unvanlarını taşıdığı  anlaşılmaktadır.

Divan-ıArz

Daha önce de belirtildiği gibi ordunun idari işleri, asker temini, ğulam askerlerin maaşları, iktaların kontrolü, ordunun teçhizatının sağlanması, sefer güzergahının hazırlanması, askerin teftişi, ganimetlerin tespit ve taksimi, kayıtların tutulmasından bu divan  sorumluydu.

Ordunun İdari Kadrosu

Beylerbeyi: Türk devlet geleneğinde ordunun başkomutanı doğal olarak hakan veya sultandı. Ondan sonraki en büyük askeri makam  ise  beylerbeyiliktir (emirü'l-ümera).

Büyük Selçuklulardaki başkumandan emir-İ sipehsalann karşılığı olmalıdır. Merkezdeki bu beylerbeyinden başka uclarda sahib-i Etrak de denen uc beylerbeyileri bulunmaktaydı. Ancak ordu komutanı olarak tayin edilen herhangi bir emir de beylerbeyi unvanını taşırdı. Keza bu unvanı taşıyanlar dışında, vezir veya saray emirlerinden biri de, sultan tarafından komutan olarak tayin edilebilirdi.

Sübaşı (Serleşker): Genellikle ğulam kökenli olup bir veya birkaç vilayetin ya da daha küçük idari birimlerin, kalelerin idari ve askeri işlerinden sorumludurlar. Serleşkeran-1 saltanat ve serleşker-İ vilayet-İ uc adlarıyla iki kısma ayrılırlar. Bulundukları bölgedeki ikta askerlerini eğitmek, silah ve teçhizatlarıyla birlikte her an savaşa hazır hale getirmek onların göreviydi. Kendilerine hizmetlerinin karşılığı olarak ikta tevcihi ve maaş tahsisi yapılır, görevleri merkez (divan-1 arız) tarafından belirlenir; ihmal ve kusur işleyenler şiddetle  cezalandırılırdı.

Ellibaşı: İkta askerlerinden oluşan elli kişilik birliklere komuta ederlerdi.

Kutval / Dizdar / Kaledar: Sultan veya sübaşı tarafından tayin edilen kale kumandanlarıdır. Kalenin ve bulunduğu bölgenin güvenliğinden ve huzurun temininden sorumludurlar. Bunların da maaşları ve ikta gelirleri vardı.

Ordunun Teçhizatı

Çağının diğer devletlerinde olduğu gibi Türkiye Selçukluları da yakın mücadelede kılıç, hançer, mızrak, topuz, balta, uzak mücadele için ise ok-yay gibi hafif silahları kullanmaktaydılar. Savunma teçhizatı kalkan, miğfer ve zırh; ağır silahlar ise mancınık, arrade, çarh ve neftti. Özellikle Türk tarihi boyunca meydan savaşlarının kazanılmasında okçuluğun ve at biniciliğinin çok önemli bir yerinin olduğu bilinen bir husustur.

ADLİ TEŞKİLAT

Nizamülmülk'e göre hüküm sahibi sultandır; sultan İslam hukukunu bilmiyorsa naib tayin etmelidir. Dolayısıyla kadılar onun naibleridir, yani onun adına hüküm verirler. Diğer İslam devletlerinde olduğu gibi Selçuklularda da adalet kaza ve vilayetlerde, yani bütün ülkede kadılar vasıtasıyla sağlanmaktaydı. Kadil-kudat (kadılar kadısı, baş kadı) ise adli teşkilatın başındaki kişiydi. O sultan tarafından düzenlenen bir törenle tayin edilirdi. Kadi>l-kudat ve kadılar teorik olarak sultana ve divan-ı a'laya bağlı olmayıp bağımsız karar vermekteydiler. Uygulamada ise onların yetkileri sınırlıydı; sultanın emirlerini yerine getiriyorlar ve onun tarafından azledilebiliyorlardı. Eyalet veya vilayetlerde ise valiye bağlıydılar. Kadılık makamına genellikle alimler ve fakihler soyundan gelenler atanıyor ve çok sık babadan oğula geçiyordu. Kadı, din ve şeriat (hukuk) ile ilgili bütün işlerde yetkilidir ve divan kendisini desteklemek zorundadır. Kadı aynı zamanda hakimdir, yani örfi mahkeme işleri de ona düşer. Kadının, hukuki faaliyeti esnasında kullandığı kaynaklar, Kur'an, Hadis, Hz. Peygamber'in arkadaşlarının (sahabe) ve mezhep imamlarının sözleri, İcma ve eskilerin koydukları kaidelerdir. Kadılar günlük hayatla ilgili nikah, boşanma, emlak vs. alım-satım işlemleri, vakfiyelerin düzenlenmesi ve tescili, vakıflarla ilgili anlaşmazlıklar, adi suçlar gibi muhtelif konularda yegane karar mercii idiler.

Büyük Selçuklularda olduğu gibi hassa ordusu mensupları ile ilgili davalara bakan ve kadı-yı haşem ve leşker-i hazret unvanını taşıyan diğer bir kadı daha vardı. Bu kadı vakıflara da nezaret ederdi.

Selçukluların Menşei ve Tarih Sahnesine Çıkışları

Prof. Dr. Hamit PEHLİVANLI Kırıkkale Üniversitesi Öğretim Üyesi

Doç. Dr. Süleyman ÖZBEK

Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi

Selçuklular Oğuzların Kınık Boyu'na mensuptur. Hanedanın kurucusu ve hanedana adını veren Dokak'ın oğlu Selçuk Bey'dir. Dokak Oğuzlar arasında "demir yaylı" lakabı ile anılıyordu. Bu lakap onun Yabgu'dan sonra devlet içinde itibarlı ve yüksek mevki sahibi olduğunu gösteriyordu. Son zamanlarda yapılan araştırmalarla, Dokak ve kendisine bağlı toplulukların Aral Gölü kuzeyindeki yurtlarında Oğuz Yabgu Devleti'ne bağlı olduğu ortaya konmuştur. Babası öldüğü zaman 17-18 yaşlarında olan Selçuk Bey, onun yerine ordu kumandanı olmuştu. Bir süre sonra yabgu ile arası açıldığı için yanında 100 atlı ile ülkesinden ayrıldığı söylenirse de bu doğruluk derecesi zayıf bir iddiadır. Bu ayrılığın yer darlığı ve otlak sıkıntısından olduğu bir gerçektir.

Zira Selçuk Bey ve ona bağlı boyları Maveraünnehr ve Horasan'da çok kalabalık bir şekilde yaşıyorlardı. Selçuk Bey yanındakilerle birlikte Seyhun (Sir-Derya) Nehri'nin sol kıyısında bulunan Cend şehrine geldi. Burası da bir Oğuz şehri olup, Müslümanlar ile Türklerin arasında bir sınır şehri idi. Selçuk'un buraya gelişi ile Oğuz Türklerinin Müslüman olması tarihte önemli bir devrin başlangıcı olmuştur.

Selçuk Bey geldiği bölgenin sosyal, siyasal ve coğrafi imkanlarını iyi değerlendirdi.

Buhara ve Harezm'den Müslüman din adamları getirterek Oğuzlar arasında İslam'ın süratle yayılmasını sağladı. Bundan sonra Selçuk'a bağlı ve Türkmen diye de anılan bu Türk topluluğu siyasi ve sosyal bakımdan yeni bir kimlik kazanmış oldu. Oğuz Yabgu Devleti'nin yıllık vergi toplamak için gelen memurlarını kovarak Oğuz devletine karşı cihat ilanı etti. Bu davranışı kendisine iki bakımdan faydalı oldu. Önce bir kısım Müslümanların ve muharebelere katılmak isteyen Türklerin kendi saflarına katılmalarını sağladı. İkinci olarak ise Cend ve çevresinde Oğuz Devleti'nin hakimiyetini kırarak bağımsız bir yönetim kurmasına yardımcı oldu. Zamanla kuvveti ve etkisi gittikçe artan Selçuklular, komşu devletler tarafından bağımsızlığı tanınmak suretiyle bölgesel olaylarda önemli roller üstlenmeye başladı. Samanoğulları Devleti'nin kendisinden yardım istemesi üzerine oğlu Arslan ile yardım gönderdi.  Samanoğulları devleti bu yardımla bir süre daha ayakta kalmayı başardıysa da, devam eden iç karışıklıklar yüzünden Karahanlı ve Gazneli devletleri tarafından ortadan kaldırıldı. Bu tarihten sonra bölgedeki siyasi olaylarda Selçuklular da yer almaya başladılar.

Selçuklularda da Oğuz devlet teşkilatının aynen tatbik edildiğini görmekteyiz. Selçuklu hanedan mensuplarının taşıdığı yabgu, yınal, inanç, bey gibi unvanlar aynen Oğuz Devleti'nden alınmıştır. Selçuk Bey dünya tarihinde önemli devletler arasında yer alacak olan Selçuklu İmparatorluğu'nun temellerini atıp, onu teşkilatlandırdıktan sonra 1009'a doğru öldü. 100 yaşında olduğu tahmin edilen Selçuk'un dört oğlu vardı. Bunlar Mikail, Arslan (İsrafil),Yusuf ve Musa idi. En büyük oğlu Mikail, babası hayatta iken bir savaş sırasında ölmüştü. Mikail'in geride kalan oğulları Tuğrul ve Çağrı, dedeleri Selçuk tarafından himaye edilmiş ve çok iyi yetiştirilmişlerdi. Selçuk Bey'in ölümünden sonra Arslan idarenin başına geçmişti. Yusuf ve Musa ise Arslan Yabgu'nun yardımcısı durumunda idiler. Dedeleri Selçuk'un ölümü üzerine Tuğrul ve Çağrı Beyler de, amcaları Arslan Yabgu'yu aile reisi olarak tanıdılar. Bu sıralarda 14-15 yaşları civarında olan Tuğrul ve Çağrı kardeşler, "bey" unvanı ile idaredeki yerlerini almışlardı. Arslan Yabgu'ya bağlı olmakla beraber eski Türk adet ve geleneklerine göre her biri kendine bağlı Türkmen boylarının başında bulunuyorlardı.

Selçuklular, Maveraünnehir'e indikleri zaman Samani Devleti yıkılmıştı. Böylece bu bölge Gaznelilerle anlaşmış olan Karahanlıların eline geçmişti. Dolayısıyla Selçuklular doğrudan Karahanlılarla karşı karşıya kalmışlardı. Maveraünnehir hükümdarı Karahanlı İlig Nasr Han Selçuklulardan çekinmekle birlikte, onların gücünden de faydalanmak istiyordu. Taraflar arasında bir itimatsızlık söz konusu olduğu için, Tuğrul ve Çağrı Beyler bir zarara uğramamak için gerekli tedbirleri almaya çalışıyorlardı. Selçuklular, İlig Nasr'ın kendilerine karşı düşmanca tutumu nedeniyle Orta Asya'ya Talas bölgesinde bulunan Karahanlıların büyük hükümdarı Buğra Hanın yanına gittiler. Görünüşte kendilerine iyi davranan Buğra Han da onlardan çekiniyor ve onları tutuklamak için fırsat kolluyordu. Nitekim Buğra Han bir fırsattan istifade ederek Tuğrul Bey'i hemen tutuklattı. Çağrı Bey üzerine de askeri birlikler gönderdi. Çağrı Bey Karahanlı askerlerini yenerek komutanlarını da esir aldı. Bu beklenmedik gelişme üzerine Buğra Han, Tuğrul Bey'i serbest bırakmak zorunda kaldı. Bu olaylar üzerine Tuğrul ve Çağrı Beyler yanlarındaki Türkmenlerle Maveraünnehir'e geri döndüler1.

1 İbnü' l-Esir , el-Kamil, tr c., IX, s. 362.

Selçukluların Horasan Bölgesine Gelişleri

Tuğrul ve Çağrı Bey'e bağlı Selçuklu toplulukları Maveraünnehir'e döndüklerinde Karahanlı Devleti'nde hakimiyeti ele geçiren Ali Tigin'in mukavemeti ile karşılaştılar. Ali Tigin, bölgede siyasi gücünü artırmak için diğer Selçuklu kumandanlarından Arslan Yabgu ile bir ittifak kurmuştu. Ali Tigin ülkesi olan, ordusu olmayan bir hükümdar idi. Arslan Yabgu ise ordusu olan ülkesi olmayan bir lider durumundaydı Ali Tigin bu ittifak sayesinde siyasi itibara kavuşarak diğer Karahanlı gruplarına üstünlük elde ederken, Arslan Yabgu da gücünü arttırarak Selçuklu ailesi içerisinde tek söz sahibi lider konumuna gelmişti. Bu ikisinin durumu bölgedeki diğer siyasi gurupların özellikle de hem Karahanlıların, hem de Gaznelilerin dikkatinden kaçmamıştı. Karahanlı Hükümdarı Yusuf Kadir Han kardeşi Ali Tigin'i Maveraünnehir'den atmak istiyordu. Gazneli Mahmud da hakimiyetini Maveraünnehir bölgesine yaymak istiyordu. Gerek Yusuf kadir Han, gerekse Gazneli Mahmud, Ali Tigin'den kurtulmanın yollarını arıyorlardı. Ancak onları asıl Arslan Yabgu ve Selçuklu Türkmenleri düşündürüyordu.

Tuğrul ve Çağrı kardeşler Maveraünnehir bölgesindeki bu kötü durum karşısında bir değerlendirme yaparak, yeni bir yurt arayışına girdiler. Tuğrul Bey, kadın ve çocukları alarak taarruz ve baskınlara maruz kalmamak için daha güvenli yerlere çekilirken, Çağrı Bey ise emrindeki 3000 kişilik kuvvetle Anadolu'ya doğru sefere çıktı. Çağrı Bey Horasan bölgesinden geçerek Azerbaycan üzerinden Anadolu'ya girdi (1018). Van yöresine kadar gelen Çağrı Bey karşısına çıkan Ermeni kuvvetlerini yendi. Ermeni ve Gürcü topraklarında bir müddet kaldıktan sonra Maveraünnehir'e, Tuğrul Bey'in yanına döndü. Gazneliler Çağrı Bey ve adamlarının Horasan bölgesinden bu geçişlerine mani olamadılar. Çağrı Bey, Tuğrul Bey'e verdiği raporda buralarda karşılarına çıkacak bir engel olmadığını, Anadolu topraklarının yurt tutmaya müsait olduğunu bildirdi.

Karahanlı Yusuf Kadir Han ve Gazneli Mahmud aralarında yaptıkları toplantılarda Selçukluların durumunu görüşerek tehlikeyi bertaraf etmek için yollar aramaya başladılar. Gazneli Mahmud hile ile Arslan Yabgu'yu Semerkand'a getirterek tevkif etti. Onu Hindistan'da Kalincar kalesine hapsetti (1025). Bu beklenmedik durum karşısında Selçuklu ailesinde de bir idare değişikliği ortaya çıktı. Fiili idare Tuğrul ve Çağrı Beylerde olmasına rağmen töre gereği diğer amcaları Musa'yı yabgu ilan ettiler. Karahanlı Ali Tigin, müttefiki Arslan Yabgu'nun yakalanması üzerine Tuğrul ve Çağrı Beylere elçiler göndererek iş birliği teklif ettiyse de bu teklif reddedildi. Bunun üzerine Ali Tigin Selçuklulara saldırmaya başladı. Bu saldırıları sonucu Selçuklular ağır kayıplar vererek Gazneliler idaresinde bulunan Harezm'e çekilmek zorunda kaldılar. Harezm valisi Altuntaş'ın kısa süre sonra ölümü üzerine yerine geçen oğlu Harun Selçuklulara karşı babasının siyasetini devam ettirdi. Harun bu arada Gaznelilere karşı bağımsızlık hareketine girişmişti. Bunun için Ali Tigin ile anlaşmış ve Selçukluları da bu ittifaka dahil etmişti. Bu durum Selçukluların itibarını yeniden düzeltti. Böylece Gazneliler aleyhine üçlü bir ittifak meydana gelmiş oldu. Ancak kaynaklarda Selçukluların kadim düşmanı diye ifade edilen Şahmelik 1034 yılında Selçuklulara ani bir baskın düzenledi. Selçuklular geride yaklaşık 8-10 bin kişiyi bulan kayıp, kadın ve çocuklardan oluşan çok sayıda esir vererek bu baskından canlarını zor kurtardılar. Kaynaklar bu olayı Selçukluların uğradığı en büyük felaket olarak nitelemişlerdir. Selçuklular müttefikleri Harezm valisi Harun'un yardımı ile yaralarını sararak bir nebze de olsa toparlanabilmişlerdir.  Ancak Harun’un kısa bir süre sonra Gazneliler tarafından bir suikast sonucu öldürülmesi, diğer müttefikleri Ali Tigin'in de 1035 yılında ölümü ile bölgede yalnız kalarak zor duruma düşen Selçuklular, Maveraünnehir'i terk etmeye mecbur kaldılar.

Gazneli Sultan Mahmud'un ölümü üzerine yerine oğlu Mesud geçti. Mesud da babası gibi güvenmediği Türkmenleri, komutanlarından Hacib Humar Taş'a bağlamak istedi. Türkmen kumandanlarından Yağmur başta olmak üzere Irak’a gönderilmiş olan 50 kadar Oğuz ileri geleni Humar Taş tarafından öldürüldü. Bu olay Türkistan'dan akın akın Maveraünnehir'e gelen Türkmen kitlelerinde büyük bir intikam hissi uyandırmıştır. Türkmenler Rey, Damgan bölgesini alt-üst ederek, her tarafı yağma ve tahrip ettiler. Üzerlerine gönderilen fillerle takviye edilmiş Gazneli ordusunu yenip, Humar Taş ve diğer komutanları da öldürdüler (1034).

Tuğrul ve Çağrı Beyler ise yanlarında diğer Selçuklu ailesine bağlı Musa Yabgu ve Yınallar (Tuğrul Bey'in ana bir kardeşi İbrahim Yınal ve kuvvetleri) olduğu halde 1035 mayısında Gaznelilere ait Horasan bölgesine girdiler. Sayıları az olmasına rağmen Merv ve Nesa'ya doğru ilerledikçe, başsız kalmış Türkmenler bu genç Selçuklu reislerinin etrafında toplanmakta tereddüt etmiyorlardı. Tuğrul ve Çağrı Beyler, başsız kalan Arslan Yabgu Türkmenlerinin de kendilerine katılmasıyla çok kısa bir süre içinde 10.000 atlıdan oluşan büyük bir kuvvet haline geldiler. Selçukluların bu şekilde Horasan'a geçmeleri tarihin en önemli hadiselerinden birisidir. Zira bu olayla cesur ve şecaatli Çağrı Bey ile yüksek devlet adamı vasıflarını haiz Tuğrul Beyler tarihin en önemli bir devleti olan Selçukluların temellerini Horasan'da atmış oluyorlardı.

Selçuklular öncelikle Gazne sultanı Mesud'a bir elçi göndererek. Gazneli Devleti'nin hizmetine girmek istediklerini sınır bekçiliği yapacaklarını, vergi verip, sarayda rehin bulunduracaklarını belirttiler. Ancak Sultan Mesud, Tuğrul ve Çağrı Beylerin bu teklifini geri çevirerek Türkmenlerin derhal Horasan'dan çıkarılmalarını emretti. Vezirinin tavsiyelerine itibar etmeyen sultan fillerle takviye edilmiş büyük bir ordu hazırlattı. Nesa bölgesinde Selçuklulara saldıran Gazneli ordusu büyük bir yenilgiye uğradı (29 Haziran 1035). Bu zafer üzerine Gazneli Devleti, Selçuklulara özerklik tanıyarak, hil'at, menşur ve sancak gönderdiği gibi, Nesa, Ferava ve Dihistan'ı da Selçuklulara yurt olarak veriyordu. Selçukluların Gaznelilere karşı kazandıkları bu ilk zafer kendilerine güven duymalarına sebep olmuştur. Bu sonuç Tuğrul ve Çağrı Beylerin iyi birer kumandan değil, aynı zamanda iyi birer siyaset adamı olduklarını da göstermektedir.

Selçuklu başbuğları böylece fiilen Gazneli devletine karşı hiçbir mükellefiyeti olmayan birer tabi hükümdar haline geldiler.

Selçuklular kazandıkları bu başarı ile gün geçtikçe güçlerini artırdılar. Irak Türkmenlerinin de kendilerine katılmalarıyla güçlenen Selçuklular, yapılan anlaşmayı ihlal ederek topraklarını Belh ve Sistan'a kadar genişlettiler. Ayrıca, Ferave, Cüzcan ve Serahs'a akınlar yapmaya başladılar. Selçukluların bu davranışları üzerine Sultan Mesud onları Horasan'dan tamamen çıkarmak amacıyla büyük bir ordu topladı. Siyasi ve stratejik düşünceden yoksun sultan, olayların ehemmiyetini kavrayamadığından ordunun idaresini komutanlarına devredip Hindistan seferine çıktı. Serahs yakınlarında meydana gelen ikinci büyük savaşta (1038) Gazneliler tekrar büyük bir yenilgiye uğradılar.

Sultan Mesud, ordusunun yenilgi haberini alınca alınan Hindistan seferini yarıda bırakarak süratle Horasan'a geri döndü. Sultanın beraberindeki 50.000 kişilik orduya 300 kadar savaş fili de eşlik ediyordu. 1039 yılında başlayan ve uzun süren muharebelere Selçuklular dayanamayarak çöllere çekildiler. Bahar gelince yeniden başlayan çarpışmalarda Gazneli ordusu önünden çöllere çekilen Selçuklular, yolları üzerinde bulunan su kuyularını tahrip ederek Gazneli ordusunu susuz bıraktılar. Yol boyunca verdikleri ani baskınlarla 100.000 kişilik orduyu hırpalayarak perişan ediyorlardı. Nihayet Dandanakan Hisarı önünde karşı karşıya gelen iki ordu arasında büyük bir savaş cereyan etti. Üç gün süren şiddetli çarpışmalar sonunda büyük   bir yenilgiye uğrayan ve geride hazinelerini, ve ağırlıklarını bırakarak kaçmak zorunda kalan Sultan Mesud kendi adamları tarafından öldürüldü (23 Mayıs 1040). Selçuk Bey ile başlayan, oğlu Arslan Yabgu ve özellikle torunları Tuğrul ve Çağrı Beyler ile devam eden mücadeleler zaferle sonuçlanmıştı. Bu zafer ile Selçuklular, Cend'e geldikleri ilk günden itibaren giriştikleri zorlu mücadelelerden başarıyla çıkmışlar ve bağımsız bir devlet kurmaya muvaffak olmuşlardır. Dandanakan zaferi sonrasında toplanan kurultayda Tuğrul Bey yeni kurulan Selçuklu Devleti'nin sultanı ilan edildi.. Böylece tarihte "Bük Selçuklu Devleti" diye anılacak olan Türk devletinin kuruluşu tamamlanmış oldu.

Tuğrul Bey Devrinde Selçuklular

Zafer haberi devrin adeti gereği birer fetihname ile komşu hükümdarlara bildirildi. Bu cümleden olarak Tuğrul Bey'in imzasını taşıyan bir mektup da Bağdad'a Abbasi Halifesine gönderildi. Eski Türk geleneğine uygun olarak devlet hanedana mensup üç lider arasında taksim edildi. Ceyhun ve Gazne arasındaki bölge Çağrı Bey'e verildi. Musa Yabgu'ya ise Herat merkez olmak üzere Bust ve Sistan yöresi verildi. Tuğrul Bey ise sultan sıfatı ile Başkent Nişapur' da kalarak, Irak ve çevresi ile devletin batı kesimlerini kendine bağladı. İkinci dereceden hanedan mensuplarına da bu taksimatta pay verildi. İbrahim Yınal Kuhistan'a, Kutalmış Gurgan ve Damgan'a tayin edildiler. Çağrı Bey'in oğlu Kavurd ise Kirman havalisine tayin edildi. Selçuklu Beyleri bu taksimattan sonra kendi bölgelerinde hüküm sürmeye ve topraklarını genişletmeye çalışmışlardır. Başta İran olmak üzere Harzem, Toharistan, Gürgan, Umman, Irak, Kuzey Suriye ve Güney Azerbaycan olmak üzere İslam ülkelerinin çoğu kısa sürede Selçukluların hakimiyetine geçti.

Selçuklu Devleti kurulduktan sonra eski Türk devlet anlayışına uygun olarak doğuda Çağrı Bey'in, batıda ise Tuğrul Bey'in idaresinde iki ayrı devlet haline geldi. Çağrı ve Tuğrul Beylerin ayrı, ayrı kendi adlarına para bastırmaları bunun bir ifadesidir. Ancak iki kardeş arasında sıkı bir dayanışma ve iş birliği sürekli olmuştur. İç ve dış müdahalelerle karşılaştıkları zaman hemen birbirlerinin yardımına koşmuşlardır. Aslında bu iki devlet faaliyet ve rolleri itibariyle birbirini tamamlıyorlardı. Çağrı Bey'in daha çok doğu ve güney doğu ile ilgilenmesi, Tuğrul Bey'in emniyet içinde batı ile ilgilenmesine imkan tanımıştır. Çağrı Bey "yabgu" unvanı yerine, İslami terminolojideki "emir", daha sonra da "melik" unvanını kullandı. Tuğrul Bey ise önce kısa bir süre için "emir" unvanını kullansa da daha "sultan" unvanını kullanacaktır. Böylece Tuğrul Bey'in hiç olmazsa hukuken üstünlüğe sahip olduğu söylenebilir.

Selçuklular başta komşu hükümdarlar tarafından küçümsenmiştir. Ancak Tuğrul Bey'in büyük bir ordu ile batıya doğru hareketi onları korkutmuştur. Bunlar arasında Büveyh oğulları en çok telaşa kapılan devlet olmuştur. Tuğrul Bey Büveyh oğullarını ciddi bir tehlike olamayacak şekilde pasif hale getirdi. Bölgedeki yerel güçlerin mukavemetini kırdı. Bundan sonra hemen, hemen büyük bir tehlike ile karşılaşmaksızın batıya doğru ilerleyerek Mısır Fatimi Devleti sınırlarına dayandı. Tuğrul Bey zamanında Selçukluların Abbasi Halifeliği ile ilişkileri Selçuklu tarihinde çok önemli bir yer tutar. Halife Ka'im bi-Emrillah Tuğrul Bey ve diğer Selçuklu reislerine elçiler gönderip iyi ilişkiler kurmaya çalışmıştı. Tuğrul Bey'de buna aynı şekilde elçiler göndererek karşılık vermişti. Büveyh oğulları tehlikesine karşı halifeyi korumuş, bu davranışı halifenin Selçuklulara güvenini artırmıştı. Halife 1045 yılında bir elçi göndererek Tuğrul Bey'i Bağdad'a davet etti. Tuğrul Bey bu talebe ancak aradan iki yıl geçtikten sonra karşılık verdi (1054). Ziyaret maksadını ise: Halifeye hizmet şerefine kavuşmak; hac vazifesini yerine getirmek ve hac yollarını bedevilerin saldırılarından korumak; Suriye ve Mısır'da Fatımılerle savaşmak, İslam dünyasını Şii tehlikesinden kurtarmak şeklinde açıklıyordu. Halifelik bu ziyarete çok önem veriyordu. Tuğrul Bey Bağdad'a girmeden önce halifenin emriyle adı hutbelerde zikredildi. Tuğrul Bey'in İslam dünyasının merkezi Bağdad'a gelişi (1055) Halife tarafından sevinçle karşılandı. Taraflar arasındaki ilişkiler zaman, zaman gerginleşse de, Halife'nin Çağrı Bey'in kızı Hatice Arslan Hatunla evlenmesi ilişkileri yumuşattı. Tuğrul Bey ikinci defa 1058 yılında Bağdad'a gelerek Halife ile tekrar bir araya geldi. Bu buluşmada halife ona dünyevi bütün yetkilerini vererek kendisi sadece dini bir lider olarak kaldı. Daha sonra Tuğrul Bey Halife'nin kızı ile Tebriz'de yapılan muhteşem bir düğünle evlendi (1063).

Tuğrul Bey'in batıya doğru hareketinden etkilenen devletlerden biri de Mısır Fatimi Devleti'dir. Bu mücadelede Selçuklular Sünniliği, Fatımiler ise Şiiliği temsil ediyordu. Fatımiler, Selçuklulara karşı harekete geçen Bağdad Şıhnesi olan Arslan Besasiri'yi destekleyerek Selçuklulara karşı tavır almışlardır. Tuğrul Bey'in Bağdad'a gelmesi ile Besasiri kaçarak Fatimi Devleti'nin emrine girdi. Tuğrul Bey'in Selçuklu hanedan üyelerinden İbrahim Yınal isyanı ile uğraşmasını fırsat bilen Besasiri, Bağdad'a girerek Halife'yi hapsederek hutbeyi de Fatımı hükümdarı al-Mustansır adına okuttu. Böylece Irak'ta Selçuklu hakimiyeti çöktü. Tuğrul Bey, ancak İbrahim Yınal'ı mağlup ederek öldürdükten sonra tekrar Bağdad üzerine yürüdü. Besasiri, Tuğrul Bey gelmeden Bağdad'ı terk ettiyse de daha sonra yakalanarak öldürüldü.

Tuğrul Bey'in Bizans ile teması Anadolu'ya yapılan ilk seferlerle başlar. Selçuklu birlikleri Musa Yabgu'nun oğlu Hasan'ın komutasında Anadolu'ya akınlara başlamıştı. Şehzade Hasan, bu akınlar esnasında Zap kenarında öldürülmüştü. Bunun üzerine sultan Tuğrul Bey, İbrahim Yınal ve Kutalmış'ı intikam almak üzere Anadolu'ya sefere memur etti. İbrahim Yınal ve Kutalmış Hasankale'de bir Bizans ordusunu yenip komutanları Liparites'i esir ettiler  (1049).

Bizans hükümdarı, komutan Liparites'i kurtarmak için yüklü miktarda fidye gönderdi. Asıl amacı barış imzalamaktı. Tuğrul Bey bu isteği kabul ederek, fidye almaksızın Liparites'i serbest bıraktı.

Arkasından kendisi de bir elçi göndererek imparatordan bazı isteklerde bulundu. Bunlardan   biri Emeviler zamanında İstanbul' da yapılan camide halife ve kendi adına hutbe okutulması idi. Diğeri ise Abbasi Halifelerine ödenen yıllık verginin kendisine ödenmesi idi. İmparator ilk teklifi kabul ederken, ikincisini ise reddetti. Bizans imparatorunun vergi ödemeyi reddetmesi üzerine Tuğrul Bey, İbrahim Yınal ve Kutalmış'ın ardından bizzat kendisi de Anadolu seferine çıktı.

Erciş ve Bargiri kalelerini alarak Anadolu'ya girişte kilit yerlerden biri olan Malazgirt önünde ordugahını kurdu. Ordusunu üç kola ayırdı. Birinci kol Kars yönüne gönderildi. İkinci kol Bayburt (Çoruh) yönüne gönderildi. Üçüncü kol ise Tuğrul Bey'in komutasında Erzurum yaylasına kadar ilerledi. Bizans generalleri kalelerinden çıkamadıkları için geri dönmeye karar verdi. Selçuklu akıncıları, Tuğrul Bey'in başkente dönüşünden sonra Anadolu'da akınlarına devam ettiler.

Dinar adında bir komutanın emrinde Erzincan'ı alıp Malatya'ya kadar inen Selçuklu kuvvetleri, komutanlarının şehit olması üzerine geri döndüler. Bu akınlar 1059 yılında bir daha tekrarlandı. Bir akıncı grubu Urfa ve çevresini ele geçirip yağmalarken diğer bir grup ise Orta Anadolu'ya doğru hareket edip Sivas ve çevresini ele geçirdi.

Oğuz (Türkmen) akınlarının Anadolu'ya yönelmesinin başında yeni bir yurt ve sürülerine otlaklar bulmak fikri gelmektedir. Bunun yanında gaza, keşif yapma ve ganimet elde etme düşüncesi de söz konusudur. Selçuklu sultanı ve beyleri Anadolu'ya yaptıkları bu seferleri, cihad fikri ile birleştirerek ayrı bir mana ve mahiyet verdiler. Ancak kalıcı olamayan bu akınlarda, Selçuklu kuvvetleri çekilir çekilmez bu topraklar tekrar ilk sahiplerinin eline geçiyordu. Bunun en önemli sebebi geri çekilirken buraları idare edecek yönetici kadro ve bölge savunması için askeri birlik bırakılmaması idi. Ancak bu akınlardan en önemli kazanç, her şeyden önce Bizans'ın mukavemet gücünün kırılmasıyla sağlandı. Bizans maddi ve manevi bakımdan zayıfladı.

Dolayısıyla gelecek için uygun bir zemin oluşturuldu. Türkler Anadolu'yu yakından tanıma imkanı elde ettiler.

Tuğrul Bey, yumuşak huylu, karar ve hareketlerinde hoş görülü bir hükümdardır. Dengeli bir yapıya sahip olup, yerine göre affedici ve alçak gönüllü idi. Kendisine isyan edenlere bile son derece sabırlı davranırdı. Mecbur kalmadıkça ölüm cezası vermezdi. Sır saklamasını bilen iyi bir idarece idi. Kendisine güveni son derece yüksekti. Kurduğu devlet Ceyhun Nehri'nden Fırat'a kadar uzanıyordu. Henüz kurulma safhasında olduğu için teşkilatının sağlam ve yerine oturduğu söylenemez. Bu dönemde Selçuklu devletinin eski Türk devlet anlayışına göre yapılandığını görüyoruz. Tuğrul Bey'in zayıflamış durumda olan Fatımı devleti üzerine yürümemesi ve yerine yeğenlerinden Alp Arslan'ı değil de Süleyman'ı tercih etmesi siyasi zaafı olarak kabul edilmektedir. Birçok sefer ve savaş ile geçen ömrünü 1063 yılının eylül ayında Rey şehrinde tamamlamıştır.

Alp Arslan Zamanında Selçuklular

Tuğrul Bey'in hiç çocuğu olmamıştı. Yerine kardeşi Çağrı Bey'in oğlu Süleyman'ı veliaht göstermiş, Vezir Amidülmülk Kündiri de sultanın bu vasiyetine uygun olarak Süleyman'ı tahta çıkarmıştı. Ancak Çağrı Bey'in diğer oğlu Alp Arslan bunu kabul etmeyerek taht mücadelesine başlamıştı. Tarihi kaynaklarda doğum tarihi Ocak 1029 olarak gösterilmektedir. Daha küçük yaşta iken babasının hastalığı üzerine idareyi fiilen eline almıştır. Babasının sağlığında Karahanlı (1049) ve Gaznelilere (1058) karşı başarılar kazanmış, bu zaferleri ona İslam dünyasında büyük bir şöhret kazandırmıştı. Tuğrul Beyin ölümünden sonra Selçuklu tahtında hak iddiasasında bulunan sadece Alp Arslan ve Süleyman değildi. Hanedan üyelerinin en yaşlısı olması hasebiyle amca Musa Yabgu, Çağrı Bey'in diğer oğlu Kirman meliki Kavurd, ve Arslan Yabgu'nun oğlu Kutalmış da Selçuklu tahtı için mücadeleye atılanlar arasındaydı. Alp Arslan önce bunlarla mücadele etmeye karar verdi. Huttalan, Saganiyan emirleri ile amcası Musa Yabguyu yenerek

bu tehlikeyi bertaraf etti. Bundan sonra hemen Rey'e doğru yola çıkarak, sultanlığını ilan eden Kutalmış ile Damgan civarında karşılaştı. Yapılan savaşı kaybeden Kutalmış kaçarken attan düşerek öldü. Cenazesi Tuğrul Bey'in yanına defnedildi. İki önemli rakibini bertaraf eden Alp Arslan, Selçuklu başkentine girerek tahta oturdu. Bu durum üzerine, başkenti ele geçirmek için yola çıkan Kirman meliki Kavurd, saltanat hayalinden umudunu keserek topraklarına geri döndü. Bütün rakiplerini bertaraf eden Alp Arslan, Nisan 1064'te Rey'de tahta çıktı. İlk iş olarak kendisine karşı Süleyman'ı destekleyen vezir Kündüri'yi görevden alarak, yerine Nizamü'ül­ Mülk'ü vezir tayin etti.

Alp Arslan, 1064'te Oğlu Melikşah ve veziri Nizam'ül- Mülk'ü de yanına alarak kaynaklarda "Rum gazası" diye ifade edilen batı seferine çıktı. Melikşah ve Nizamü'l-Mülk komutasındaki birlikler Aras Nehri’nin kuzeyinde askeri faaliyetlerde bulunurken, Alp Arslan da Gürcistan'a girerek, pek çok şehir ve kaleyi ele geçirdi. 16 Ağustos 1064 yılında Bizans’ın en önemli şehirlerinden Ani üzerine yürüyerek burayı ele geçirdi. Ani’nin fethi İslam dünyasında çok büyük bir sevinçle karşılandı. Batı aleminde de çok büyük yankılar uyandırdı.  Halife   Kaim-Biemrillah özel elçisi ile gönderdiği mektubunda   taktir ve tebriklerini bildirerek, Ona  "eb   l feth"  unvanını verdi. Bu büyük zafer Bizans’ı da Selçuklularla anlaşma yapmaya mecbur etti.

Sultan Alp Arslan, 1065 yılında asayişi sağlamak amacıyla Ceyhun'u aşarak Türkistan'a girdi. İslamiyet'i kabul etmemiş Türk ve Moğollarla iş birliği yapan Türkmen kabilelerini tedip ederek Kıpçak reisini itaat altına aldı. Cend'e giderek dedesi Selçuk'un mezarını ziyaret etti. Alp Arslan'ın 1066 yılında tamamladığı ilk Türkistan seferi, Hazar Denizi'nden Taşkent'e kadar bütün toprakların Selçuklu hakimiyetine geçmesiyle sonuçlandı.

Sultan Alp Arslan Horasan'a döndükten sonra oğlu Melikşah'ı büyük bir merasimle kendisine veliaht tayin etti. Bu durumu kabullenmeyen Kavurd 1067 yılında isyan ettiyse de Alp Arslan tarafından yenilgiye uğratılınca af diledi. Doğudaki problemleri halleden sultan artık dikkatini batıya çevirdi. Orta Asya'dan kalabalık kütleler halinde batıya gelen Türkmen kabilelerinin yerleştirilmesi için Anadolu'nun fethi zaruret haline gelmişti. Sultandan aldıkları emir doğrultusunda Gümüş Tigin, Afşin ve Ahmed Şah gibi komutanlar doğu ve güney doğu Anadolu'da şehirlere giriyorlar, kaleleri zapt ediyorlar ve Bizans birliklerini yıpratıyorlardı. Bu çabalar ileride Anadolu'nun fethini kolaylaştıracak askeri faaliyetlerdi.

Anadolu, Suriye ve Mısır ile ilgilenmeye başlayan Sultan Alp Arslan'ın asıl amacı Mısır'daki şii Fatımi Devleti'nin İslam dünyasındaki menfi faaliyetlerine ve İslam alemindeki iki başlı görüntüye son vermekti. Bu amaçla Temmuz 1070'de Azerbaycan yolu ile harekete geçen Alp Arslan, Malazgirt'i aldıktan sonra Urfa'yı muhasara etti. Muhasaranın uzaması üzerine kuşatmayı kaldırarak, Mirdasilerin elinde bulunan Halep'e yürüdü. Uzun süren kuşatma sonucunda şehir teslim oldu. Haleb'in zaptı sonrasında Suriye üzerine bir sefer düşüncesinde olan Sultan, Bizans imparatorunun büyük bir ordu ile Anadolu'ya geçtiği ve hızla ilerlediği haberini alınca, ordusunu toparlayarak süratle Malazgirt'e geri döndü. İmparator Romanos Diogenes 100.000 kişiden fazla bir ordu ile Malazgirt önlerinde Selçuklu ordusu ile karşılaştı. İmparator bu savaş için çok iyi hazırlanmıştı. Bizans ordusu, o güne kadar görülmemiş teçhizat ve malzemeye sahipti. Bilhassa muhasara aletleriyle gelmiş olması İmparatorun Anadolu'daki Selçuklu meselesini kökünden halletmek amacını taşıyordu. Bizans ordusu aralarında din, dil, ırk gibi müşterek hiçbir ortak noktası olmayan unsurlardan müteşekkil idi. Bizans ordusunda komutanların aralarında fikir ayrılıkları, çekişmeler olduğu gibi, daha önce birbirleriyle kavgalı olan Frank-Narman, Bulgar, Slav, Peçenek (Kuman), Uz (Oğuz), Gürcü ve Ermeni unsurlardan oluşuyordu. Bu ordunun çoğu paralı askerlerden meydana getirilmişti. Buna karşılık Selçuklu ordusu 40-bin kişiden ibaret olup tamamı Müslüman Türklerden oluşuyordu. Bizans ordusunun zırhlı, manevra kabiliyeti zayıf, ağır ve hantal piyade birliklerine karşılık, Selçuklu ordusu hareketli, manevra kabiliyeti yüksek, hafif teçhizatlı süvari birliklerinden meydana geliyordu.

Savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan hususların başında elbette uygulanan harp planı da gelmektedir. Alp Arslan, savaş esnasında yüzyıllardan beri Türklerin uyguladığı hilal (kurt kapanı) planını tatbik etti. Buna göre Alp Arslan ordusunu dört kısma ayırdı. Bu birliklerden ikisini savaş alanının yakınındaki tepelerin arkasına gizledi. Bir kısmını da ihtiyat olarak ayırdı. Bizans ordusu karşısına koyduğu birlikler hareket kabiliyeti yüksek birlikler, hücum emri ile birlikte Bizans ordusuna şiddetle saldırarak, ok atışlarıyla yıpratmaya çalıştılar. Bir müddet sonra da plan gereği geri çekilmeye başladılar. Bizans ordusu savaşı kazandığını düşünerek bu birliklerin peşinden takibe başladı. İstenilen yere çekildikten sonra etrafa yerleştirilen birliklerce Bizans ordusu çembere alındı. Akşama doğru Bizans ordusunun büyük bir kısmı imha edildi. Bu arada Bizans ordusunda bulunan Türk asıllı birlikler de savaşa esnasında kendi soydaşları olan Selçukluların safına geçmişlerdi. İmparator ve yanında bulunan kurmay heyeti esir alındı. Tarihte ilk defa Roma imparatorlarından biri, Müslüman bir Türk hükümdarın eline geçiyordu. Zafer Alp Arslan'ın ve Selçuklu Türklerinin olmuştu (1071). Hemen hemen devrin bütün tarihçileri, Sultan Alp Arslan'ın imparatora çok iyi muamele ettiği, bir esir gibi değil adeta misafir muamelesi yaptığını kaydederler. Alp Arslan, Bizans İmparatoru ile metni bugün elimizde bulunmayan bir anlaşma imzalamış ve onu bir muhafız birliği ile İstanbul'a göndermiştir. Malazgirt yenilgisini haber alan Bizans başkentinde bir iktidar değişikliği olmuş, Bizans tahtına VII. Mikhael geçmişti. Yeni Bizans İmparatoru, selefi Romanos Diogenes'i yakalatarak, gözlerine mil çektirilmek suretiyle hapse atmıştır. Yeni imparator Mikhael, Selçuklular ile yapılan anlaşmayı tanımadığı için bu anlaşmadaki hükümler yürürlüğe girmeden ortadan kalkmıştır.

Malazgirt zaferi Türk ve dünya tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Anadolu'nun fethi bu zaferden sonra daha da kolaylaşmıştır. Adeta Anadolu kapıları Türklere açılmıştır.

Bundan sonra Alp Arslan'ın emri ile Türk Beyleri tarafından Anadolu planlı ve programlı bir şekilde fethedilmeye başlanmıştır. Türkler kalabalık kitleler halinde Anadolu'ya sel gibi akmaya başlarken, Bizans ise adım adım geri çekilmeye başlamıştır.

Alp Arslan zaferi müteakip doğu sınırlarındaki karışıklıkları bertaraf etmek amacıyla Türkistan üzerine yeni bir sefere çıkmıştır. Bu sefer esnasında asi bir kale komutanı Yusuf Harzemi tarafından bir hançer ile ağır bir şekilde yaralanan Sultan, dört gün sonra şehit olmuştur (24 Kasım 1072). Alp Arslan çok cesur, yiğit, adaletli, müsamahakar ve affedici bir hükümdardı. Dindar, ilim ve irfana önem veren, cömert bir kişi olup, imar faaliyetlerinde büyük önem vermiştir. Onun zamanında devlet ekonomik olarak güçlü ve zengin durumdaydı. Daha önce Sultan Alp Arslan muhtemel taht kavgalarını önlemek için oğlu Melikşah'ın hükümdar yapılmasını vasiyet etmişti. Nitekim bu vasiyete uygun olarak 1072 yılında tahta Melikşah geçti.

Sultan Melikşah Zamanında Selçuklular

Alp Arslan'ın oğlu Melikşah babası tarafından çok iyi bir şekilde yetiştirilmiştir. Tahta çıkışında önemli rol oynayan Nizamü'l-Mülk'ü vezirlik makamında bıraktı. Saltanatının ilk yıllarında sınırların korunması ve iç isyanlarla uğraştı. Sınırların dışında fetihlerle pek uğraşmadı.

Karahanlı ve Gaznelilerin Selçuklu sınırlarına tecavüz ettikleri sırada amcası Kavurd saltanat iddiasıyla isyan etti. Kavurd Sultan Alp Arslan'a da defalarca isyan etmişti. Kavurd'un bu hareketi devletin parçalanması sonucunu doğurabilirdi. Yapılan savaşta Kavurt yenilerek esir alınmış (16 Mayıs 1073), ancak kısa bir süre sonra askerin Kavurd lehine sevgi gösterisinde bulunması üzerine Nizmü'l-Mülk'ün tavsiyesi ile öldürülmüştür. Melikşah, ülke içinde ve dışında durumunu kuvvetlendirip asayişi sağladıktan sonra doğuya yöneldi. Sav-Tigin komutasındaki Selçuklu orduları Karahanlılarla yapılan mücadeleyi kazanarak Semerkand yakınlarına ulaştı. Sultan Melikşah topraklarına saldıran Gazneliler üzerine de Anuş-Tigin ile emir Gümüş-Tigin Bilge'yi göndermişti. Bu kuvvetler de Gazneli hükümdarı Zahir al-Davla İbrahim'i anlaşma yapmaya mecbur etmiştir.

Bundan sonra başkenti İsfahan'a taşıyan Melikşah'ın büyük fetih hareketlerine giriştiğini görüyoruz. Malazgirt zaferinden sonra Romanos Diogenos'un öldürülmesi üzerine yapılan anlaşma hükümsüz kalmış ve Anadolu Türk akınlarına açık bir hale gelmişti. Bu emir gereği çeşitli Selçuklu kumandanları ve Kutalmışoğulları emrindeki kuvvetler Anadolu içlerine doğru ilerliyordu. Süleyman Şah Birecik'i kendine karargah edinmiş ve Antakya üzerine seferler yapıyordu. Bu sırada diğer Selçuklu kuvvetleri Sapanca kıyılarına kadar ulaşıp, İzmit çevresinde fetih faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Türkler Ege Bölgesi'nde Alaşehir'i zapt etmiş ve Adalar Denizi kıyılarında Milet'e kadar ulaşmışlardı.  İzmit ve bütün Kocaeli Türklerin eline geçmiş, sahil kesimleri hariç bütün Anadolu Türkler tarafından fethedilmişti. 1085 yılına kadar Diyarbakır (Amid), Silvan (Meyyafarikin), Mardin, Hısnı Keyfa, Cizre ve 30 kadar kale Mervanilerden alınarak Selçuklu topraklarına katılmıştı. Ukaylilere ait Musul ve çevresi de Ak­ Sungur ve diğer Türkmen komutanları tarafından Selçuklu topraklarına katılmıştı.

Anadolu'nun fethi sırasında Şiilikle mücadele Selçuklu sultanlarının en önemli gayelerinden birisi olmuştur. Bu bakımdan Mısır Fatımi Devleti ile mücadele Selçuklu tarihinde ayrı bir yer tutar. Bu amaçla Suriye bölgesine gönderilen Selçuklu beylerinden Atsız, kısa sürede Filistin bölgesini ve Kudüs'ü fethetmiştir. Daha sonra Akka hakimi ile mücadeleye girişen

Atsız, Haziran 1076'da Dımaşk'ı alarak, bu bölgelerde Abbasi halifesi ve Melikşah adına hutbe okutmuştu. Atsız'ın 1077'deki Mısır seferinde Kahire önlerinde başarılı olamaması üzerine Melikşah tarafından yerine kardeşi Tutuş, Suriye meliki tayin edildi. Tutuş, Şam'ı kuşatan Mısır ordusunu geri çekilmeye mecbur etmiş ve Suriye fatihi Atsız'ı da siyasi çekişmelere kurban ederek ortadan kaldırmıştı. Bundan sonra bölgenin tek hakimi Tutuş olmuştu.

Sultan Melikşah 1079 yılında Gürcü Kralının tekrar başkaldırmaları üzerine ikinci Kafkas seferine çıktı. Aras yolu ile Gürcistan'a gitti. 1080 yılında buralara gönderilen Türkmen kuvvetleri Bizans'ın elinden Kars, Oltu ve Erzurum'u aldılar. Acara bölgesini, Çoruh Vadisini ve Karadeniz sahiline kadar olan yerleri ele geçirdiler. 1087 yılında Ermenistan Selçuklulara bağlandı.

Kutalmışoğlu Süleyman Şah, İznik başkent olmak üzere kendi devletini kurmuş ve Bizans'ın elinden Antakya'yı alarak 1086 yılında da Haleb'i kuşatmıştı. Bu gelişme Suriye Meliki Tutuş ile arasını açtı. Kendi hakimiyet alanına saldırı olduğu gerekçesiyle harekete geçen Tutuş giriştiği savaşta Süleyman Şah'ı yenilgiye uğrattı. Kaynakların verdiği bilgiye göre bu yenilgiye dayanamayan Süleyman Şah intihar etti. Hanedan üyeleri arasındaki bu tatsız olaylar karşısında Sultan Melikşah, bir orduyla İsfahan'dan Haleb'e gelerek Suriye işlerini düzene koydu. Antakya valiliğine Yağı Sıyanı, Haleb bölgesi valiliğine de Ak-Sungur'u tayin etti. Arkasından Süveydiye'ye kadar gitti. Orada Akdeniz'in dalgaları karşısında Allah’ın kendisine verdiği nimetlere ellerini açarak dua etti. Bu arada Lazkiye, Şeyzer ve diğer kaleler de fethedildi. Urfa'yı alan Komutanlardan Bozan oraya vali tayin edildi. Melikşah, bölgede karışıklığın giderilmesi üzerine, Sina Çölüne kadar bütün Suriye bölgesi Dimaşk merkez olmak üzere "Şam Melikliği" adı ile Tutuş'a bağlandı. Sultan Melikşah Haleb'ten ayrılarak Bağdad'a gitti. Burada büyük bir merasimle karşılandı. Halife Sultana "şarkın ve garbın hükümdarı" unvanıyla iki kılıç kuşandırdı. Bu arada İsfahan'dan getirilen Sultanın kızı ile halife Al Muktedi büyük bir düğün merasimi yapılarak evlendirildi.

Sultan Melikşah doğuda Karahanlı meselesini halletmek istiyordu. Semerkand'ı kuşatarak Ahmed Han'ın elinde bulunan kale ve şehirleri aldı. Böylece Karahanlıların batı kolunu kendisine bağladı. Daha sonra Kaşgar'a doğru ilerlemeye devam eden Melikşah karşısında tutunamayan Kaşgar hükümdarı Harun Buğra Han da gelerek bağlılığını arz etti. Böylece Karahanlıların Doğu kolu da Selçuklulara bağlanmış oldu (1087).

Sultan Melikşah'ı uğraştıran en önemli meselelerden biri de Batınilik meselesiydi.

Batıniler, Sünni-Şii kavgasında önemli bir yer tutmaktaydı. Hasan Sabbah tarafından organize edilen bu hareketin sonunda Şii İsmaili Devleti kurulmuştur. Hasan Sabbah 1081 yılında İran'a gelerek Şiilik propagandasına başlamıştır. Alamut Kalesini ele geçirerek burasını kendisine askeri bir üs haline getirdikten sonra iyice tehlikeli olmaya başlamıştır. Melikşah tehlikeyi bertaraf etmek üzere, kumandanlardan Yorun-Taş, Kızıl-Sarıg ve Kol-Taş'ı Alamut üzerine gönderdi. Batıniler üzerine yapılan bu askeri harekatlar başarı ile devam ederken Sultan Melikşah zehirlenerek öldürüldü (1092). Sultanın ölümü üzerine Batınilere karşı icra edilen harekat durduruldu.

Sultan Melikşah 20 yıllık hükümdarlığı sırasında ülkesini Kaşgar'dan Marmara kıyılarına, Kafkaslardan Yemen-Aden'e kadar genişletti. Onun zamanında Selçuklular devrinin en güçlü devletlerinden oldu. Sultanın hedefi büyüktü. O ülkesini Mısır ve Mağrib'i de alarak daha da genişletmek, bir dünya   hakimiyeti kurmak istiyordu. Ancak bu emeline ulaşamadı.

Kendisinden sonrası için oğlu Berkyaruk veliaht tayin etmişti. Ancak Karısı Terken Hatun Berkyaruk yerine kendi oğlu Mahmud'u Selçuklu tahtına geçirmek istiyordu. Bu sırada halife de kendisinin Bağdad'tan çıkarılacağı düşüncesiyle Terken Hatun ile Melikşah'a karşı iş birliğine girdi. Devrin kaynaklarının bir kısmına göre sultan bunlar tarafından zehirlenerek öldürüldü.

Adaleti ve şefkati ile imparatorluk içerisinde kendisine karşı derin bir hürmet ve sevgi vardı. Melikşah'ın ölümü Hıristiyanlar Ermeniler, Süryaniler gibi gayrimüslim tebaa arasında da üzüntü yaratmıştır. Celali adıyla bir takvim yaptıran Melikşah zamanında vezir Nizamü'l-mülk'ünde gayretleri ile çok iyi bir divan (hükümet) teşkilatı kurulmuştu. Selçukluları gerek merkez, gerekse taşra teşkilatı Osmanlılara kadar bütün Türk-İslam devletlerine örnek olmuştur.

Büyük Selçuklu İmparatorluğunun Parçalanması

Önce Vezir Nizamü'l-mülk'ün ardından da Sultan Melikşah'ın öldürülmesi üzerine Selçuklu devletinde taht kavgaları başladı. İmparatorluk dört kısma ayrıldı. Bunlar:

 1-Irak ve Horasan Selçukluları (Büyük Selçukluların devamı-1194) 2-Kirman Selçukluları (1092-1187)

  • Suriye Selçukluları (1092-1117.)
  • Anadolu Selçukluları (1092-1308)'dır

Anadolu, Sultan Melikşah'tan hemen sonra imparatorluktan ayrılmıştı. Suriye'de Selçuklu ailesinin iktidardan düştüğü 1116 senesine kadar şeklen merkeze bağlı kalmıştır. Son büyük Sultan Sencer'den sonra Büyük Selçuklu devleti yıkılmış, diğer Selçuklu Devletleri varlıklarını bir süre daha devam ettirmişlerdir.

Berkyaruk Zamanında Selçuklular

Sultan Melikşah ve Nizam'ül-Mülk'ün ölümünden sonra Selçuklu   Devleti'nin tarihi, taht kavgaları ve Batıni cinayetleriyle doludur. Terken Hatun, Veliaht Berkyaruk'a karşı 5 yaşındaki oğlu Mahmud’u sultan yapabilmek için, ordu   ileri gelenlerine büyük miktarda rüşvet dağıtmış ve Mahmud adına hutbe okutup sultan ilan etmiştir. Bu sırada Nizamü'l-Mülk taraftarlarının desteklediği Veliaht Berkyaruk'ta Rey'de sultan ilan edildi. İki taraf arasında Berucird'te yapılan savaşta Terken Hatun’un kuvvetleri yenildi  (1093). Terken Hatun mücadeleyi sürdürmek için Azerbaycan meliki İsmail ile evlenerek onu Berkyaruk üzerine gönderdi. Ancak yapılan savaşı İsmail kaybetti. Bu sırada Suriye meliki Tutuş da, kendisini Şam'da sultan ilan etmiş ve adına hutbe okutmuştu. Terken Hatun onunla iş birliği yapmak üzere Tutuş'u İsfahan'a davet etmişti. Tutuş, bölgede hakimiyetini sağlamak adına öncelikle Haleb valisi Aksungur ve Urfa valisi Bozan üzerine yürüyerek onları ortadan kaldırmıştı. Daha sonra ordusuyla el-Cezire ve Diyarbakır üzerine yürüyerek buralara hakim olan Tutuş, ileri harekatına devamla Azerbaycan üzerinden Hemadan'a doğru yürüdü. Bu sırada Berkyaruk'a yenilen Terken Hatun 1094'te kendi adamları tarafından öldürülmüş, böylece Tutuş ile iş birliği imkanı ortadan kalkmıştı.

Terken Hatundan sonra oğlu Mahmud'un da çiçek hastalığına yakalanarak ölmesi üzerine ona bağlı beyler Berkyaruk tarafına geçtiler. Berkyaruk'ta bu hastalığa yakalanmasına rağmen iyileşerek Tutuş'a karşı savaşa hazırlandı. Azerbaycan üzerinden Rey’e kadar gelmiş olan Tutuş ile Berkyaruk arasında çıkan savaşta Tutuş yenildi ve öldürüldü (Şubat 1095). Rivayetlere göre daha önce kendilerine kötü davrandığı emirleri Berkyaruk'un tarafına geçmişlerdi. Bu savaşın kazanılmasında ayrıca Sultan Melikşah'a ait sancağın çıkarılmasının da faydası olmuştu. Tutuş'un savaşı kaybetmesinde emirlere, askerlere ve halka karşı çok sert ve kötü davranmasının rolü büyük olmuştur. Tutuş'un ölümüne rağmen Suriye Selçukluları bir müddet daha varlıklarını sürdürdüler. Sultan Berkyaruk ailenin bu kolunu tanımak mecburiyetinde kaldı.

Berkyaruk, rakipleri olan Mahmud ve Tutuş'un ölümü ile birlikte ülkede büyük ölçüde hakimiyetini kurmuştu. Ancak bu sefer de amcası Arslan Argun Horasan'da bütün doğu bölgelerini içine alacak şekilde isyan etti. Dolayısıyla yeni bir taht mücadelesi başlıyordu.

Bekar küçük kardeşi Sencer'i, atabey Kamaç ile birlikte asi amcası üzerine gönderdi. Kendisi de arkadan onları takip ediyordu. Ancak Arslan Argun bir kölesi tarafından hançerlenerek öldürülmesiyle taraflar arasında bir savaş olmadan mesele halloldu  (Şubat 1097). Berkyaruk bu gelişmeler üzerine, kardeşi Sencer'i Horasan Meliki tayin ederek, Gazne sınırına kadar olan yerlerin idaresini ona verdi. Bu sırada Maveraünnehr'e hakim olan Karahanlılar da, Sultan Berkyaruk'a bağlılıklarını bildirdiler. Bütün bunlardan Sultan Berkyaruk'un Selçuklu Devleti üzerinde tam anlamıyla hakimiyetini kurmuş olduğunu söyleyebiliriz.

Sultan Berkyaruk döneminin en önemli olaylarından biri de şüphesiz Haçlıların Anadolu'ya gelmeleridir. 1. Haçlı ordusu, Anadolu'yu geçerek Antakya'ya kadar gelmiş ve Yağısıyan'ın idaresindeki bu şehri kuşatmışlardı. Yağısıyan Haçlılara karşı kendisine yardım edecek müttefikler aradı. Dımaşk Meliki Dukak ve Musul Atabeyi Kür-Boğa yardım vaat ettiler. Ancak Kür-Boğa'nın Urfa kuşatması ile meşgul olarak zamanında yardıma gelmemesi Haçlıların işine yaradı. Ermeni dönmesi Firuz'un ihaneti yüzünden Haziran 1098'de Antakya'yı ele geçiren Haçlılar şehirde büyük bir katliam gerçekleştirdiler. Yağısıyan da kaçarken Ermeniler tarafından öldürüldü. Bu gelişmeler üzerine bir orduyla Antakya önlerine gelen Kür-boğa şehri kuşattıysa da komutanlar arasındaki fikir ayrılıkları ve birbirlerine olan güvensizlik yüzünden bir başarı elde edilemedi. Selçuklu ordusu yapılan savaşta Haçlılara mağlup olarak Musul'a çekildi. Haçlılar bu galibiyetten sonra rahat bir şekilde Kudüs'e kadar gittiler ve şehri işgal ettiler (1099).

Berkyaruk iç isyanları bastırmak için çok uğraşmış ve zorlu mücadeleler sonucunda buna muvaffak olmuştu. Ancak bu sefer de Azerbaycan meliki olan diğer kardeşi Mehmed Tapar saltanat iddiasıyla isyan etti. Artukoğlu İl Gazi, Kür -Boğa, Gevherayin ve diğer beyleri yanına alan Mehmed Tapar, başkent İsfahan'ı işgal etmişti. Bu durum karşısında Berkyaruk'un Huzistan'a çekilmesi, Mehmed Tapar'a daha fazla itibar kazandırdı. Nitekim bu son olaylardan sonra Kür-Boğa, Gevherayin ve Ceziret-i İbn Ömer hakimi Çökürmüş de Tapar'ın saflarına geçtiler. Mehmet Tapar'ın isteği doğrultusunda Abbasi Halifesi Mustazhir 1099'da onun adına hutbe okutturdu. Böylece Mehmed Tapar, Selçuklu Sultanı oldu. Bu durum karşısında Bağdad'a gelen Berkyaruk, kendi adına yeniden hutbe okutmayı başardıysa da, kardeşiyle Hemedan civarında giriştiği savaşı kaybetti. Bağdad'ta hutbe yeniden Mehmed Tapar adına okunmaya başladı (1100). Bu sırada Horasan Meliki Sencer, kardeşlerinin arasındaki bu mücadelede Mehmet Tapar'ın yanında yer almıştı. Berkyaruk, Horasan bölgesine gelerek Sencer'le mücadeleye girişmiş ancak başarılı olamamıştı. Bunun üzerine Huzistan'a çekilen Berkyaruk, etrafında yeniden kuvvetler toplamayı başardı. Mehmet Tapar ile Berkyaruk arasında 1101 yılında Hemedan civarında ikinci defa cereyan eden savaşı Mehmet Tapar kaybetti. Bu başarı ile eski gücüne yeniden kavuşan Berkyaruk Bağdad'a gidip adına hutbe okuttu. Mehmet Tapar ise Hemedan yenilgisinin ardından Horasan'a Sencer'in yanına gitmişti. Sencer ve Mehmet Tapar topladıkları bir orduyla Bağdad üzerine yürüdüler. Bu durum karşısında Berkyaruk Bağdad'ı terk ile geri çekilmek zorunda kalmıştı.

Bu uzun ve ağır mücadeleler her iki tarafı da yormuştu. Kardeşler 27Aralık 1101'de Halifenin de araya girmesiyle anlaşmaya vardılar. Buna göre Berkyaruk "sultan" unvanını taşıyacaktı. Mehmed Tapar ise "melik" unvanıyla anılacaktı. Azerbaycan, Diyarbakır ve el-Cezire bölgeleri idaresine bırakılan Mehmet Tapar, Berkyaruk'a yıllık 1.300.000 dinar vergi verecekti. Gerektiğinde bir vassal gibi sultana askeri yardım da yapacaktı. Bu anlaşmanın üzerinden çok geçmeden Mehmet Tapar yeniden sultanlığını ilan ettiyse de bu sefer başarılı olamadı. 1103 yılında giriştiği savaşta yenilgiye uğradı. Berkyaruk, Selçuklu devletinin bu taht mücadeleleri sebebiyle ülkenin harap olduğunu, vergi kaybından dolayı hazinenin zarar gördüğünü ve boş yere kardeş kanı döküldüğünü düşünerek, Mehmet Tapar'a bir anlaşma teklif etti. Taraflar arasında 1104 yılında yapılan bu anlaşmaya göre ülke ikiye bölünüyordu. Azerbaycan, Doğu Anadolu, el-Cezire, ve Musul, Mehmet Tapar'ın yönetiminde olacaktı. Buralarda Tapar adına hutbe okunacak ve beş defa nevbet çalınacaktı. Berkyaruk bu hadiseden sonra fazla yaşamadı. 22 Aralık 1104 tarihinde genç yaşında öldü. Yerine oğlu il. Melikşah tahta geçtiyse de, Mehmet Tapar bu durumu kabullenmeyerek onu tahttan indirmiş ve 1105 yılında Büyük Selçuklu sultanı olmuştur.

Melikşah'ın ölümü sonrasında kardeşler arasında ortaya çıkan hakimiyet mücadeleleri, Selçuklu Devleti'ni çok sarsmış ve bunun sonucunda devlet duraklama ve dağılma sürecine girmiştir. Ayrıca taht kavgaları sebebiyle devlet için asıl tehlike teşkil eden Batıniler ve Haçlılarla mücadele de ihmal edilmiştir.

Mehmed Tapar Zamanında Selçuklular

Mehmed Tapar kendi hakimiyet bölgesinde Musul Emiri Çökürmüş'ün isyanı ile mücadele ederken Berkyaruk'un öldüğü haberini aldı. Berkyaruk'un daha küçük bir çocuk olan oğlu Melikşah'ın sultan ilan edildiği ve Bağdad'ta bu çocuk adına hutbe okunduğunu haber alınca derhal Bağdad'a gelerek 1105 yılında kendisini sultan ilan etti. Sultanlığı ele geçiren Mehmed Tapar kısa zamanda diğer hanedan üyelerini de itaat altına alarak otoritesini tesis   etti.

Bu mücadelelerde Fars ve Huzistan bölgesinde hüküm süren Emir Çavlı, Mehmet Tapar'a bağlı kalmış ve bunun karşılığında da sultan tarafından 1106 yılında Musul bölgesinin idareciliği ile taltif edilmiştir. Fakat Musul hakimi Çökürmüş bu durumu kabullenmeyerek mücadeleye giriştiği Çavlı karşısında başarısız olmuş ve öldürülmüştür. Çökürmüş'ün öldürülmesi üzerine yerine küçük yaştaki oğlu Zengi'yi geçiren Musul halkı, diğer taraftan da Anadolu Selçuklu Sultanı

I.Kılıçarslan'a haber göndererek Musul'u kendisine teslim edeceklerini bildirdiler. Bu davet üzerine Musul üzerine yürüyen Kılıçarslan 1107 yılında Musul'u ele geçirdi. Musul'u tekrar almak için harekete geçen Çavlı ile Kılıçarslan arasında şiddetli bir savaş oldu. Önceleri savaş Kılıçarslan'ın lehine Ancak bazı beylerin Çavlı'nın yanına geçmeleri üzerine savaşı kaybeden Kılıçarslan, Habur Çay'ından geçerken boğuldu (1107). Çavlı, bu savaşta esir aldığı Kılıçarslan'ın oğlu Şahin-Şah'ı, Sultan Mehmed Tapar'ın yanına gönderdi.

Mehmet Tapar devrinin diğer önemli olaylarından birisi de Anadolu'dan geçip İslam dünyasına sel gibi akan Haçlılarla yapılan mücadelelerdir. Anadolu'da Türkiye Selçuklu devleti tarafından verilen bu mücadele, Kuzey Suriye'de bölgesel emirlikler eliyle yürütülüyordu. Çavlı, Tuğtekin, emir Mevdud ve Artukoğlu İlgazi gibi beylerin arasında cereyan eden bölge üzerindeki nüfuz mücadeleleri ise Haçlılara karşı verilen savaşta olumsuzluklara neden oluyordu. Nitekim bu yüzden birlik halinde gerekli mücadele yapılamadığı için Haçlılar, Suriye'nin sahil bölgelerine tamamen yerleşme imkanına sahip oldu.

Sultan Mehmed Tapar'ı meşgul eden bir problem de Batıniler idi. Batıni faaliyetleri Sultan Melikşah döneminin sonlarında kendini göstermeye başlamış ve giderek tehlikeli bir hal almaya başlamıştı. Vezir Nizamü'l-Mülk olmak üzere pek çok devlet adamının öldürülmesinde rol oynamışlardı. İsfahan kalesini ve Alamut kalesini ellerine geçiren Batıniler, rakiplerine karşı hemen birleşip mücadeleye başlıyorlardı. Sultan Berkyaruk zamanında iç isyanlar ve saltanat mücadeleleri yüzünden onlarla pek iyi mücadele edilememişti. Sultan Mehmed Tapar tahta çıkınca Batınilerle ciddi anlamda mücadele etmek mecburiyetinde kaldı. Sultan 1107 ve 1109 yıllarında kuvvetler sevk ederek Batiniler ağır darbeler vurdu. Devlet adamları içinde de Batınilere taraftar olanları   bertaraf ederek devleti bunların tasallutundan kurtardı. Hemen her yıl Batınileri rahatsız edici seferler düzenleyen Sultan, Alamut'u ele geçirerek Batınileri yok etmek üzere 1117 yılında Emir Anuş Tigin Şirgir’i gönderdi. Selçuklu ordusu kaleyi kuşatarak ele geçirmeye ramak kaldığında   gelen bir haberci Sultan Mehmed Tapar’ın ölüm haberini verince kuşatma kaldırılarak geri dönüldü. Böylece Batıniler üzerine yapılan bu seferden de istenilen netice   alınamadı.

Sultan 1118 yılının şubat ayında hastalanmış ancak bir türlü iyileşememişti. Öldüğüne dair haberler yayılmaya başlamıştı. Bu gibi dedikoduları önlemek için Kurban bayramında bir şölen tertip ederek halka ölmediğini gösterdi. Ancak hayatından ümidini kestiği için oğlunu veliaht tayin etti. Sultan güzel ahlaklı, cesur bir kimse idi. Öldüğü zaman 37 yaşında idi. Sultanın 1118'de ölümü üzerine yerine 13 yaşındaki oğlu Mahmud geçti.

Sultan Sencer Zamanında Selçuklular

Horasan Meliki Sencer Mahmud'un sultanlığını tanımayarak kendisini Selçuklu sultanı ilan etti. Kısa zamanda da Mahmud'u bertaraf ederek Büyük Selçuklu tahtına oturdu. Sencer, iyi bir tahsili olmamasına rağmen küçük yaşlardan itibaren devlet işlerinde büyük tecrübeler   kazanmıştı.

Berkyaruk ve Mehmet Tapar zamanlarında Horasan Meliki olarak görev yaptı. Meliklik zamanında Selçuklulara karşı düşmanca tavır takınan Karahanlılarla mücadele etti. 1113'te Semerkand'a yürüyerek Karahanlıları, sonra da Gurluları kendine bağladı. 1114'te de Gaznelileri Selçuklulara tabi hale getirdi. Irak, Azerbaycan, Taberistan, İran, Sistan, Kirman, Harzem ile Gazne Sultanlığı bölgesinde, Afganistan, Kaşgar ve Maveraünnehir'de eski Selçuklu hakimiyeti yeniden kurdu.

Sencer 1118'de Sultan olduktan sonra Merv'i Selçuklu İmparatorluğu'nun başşehri yaptı. Sultan Sencer'e doğuda Gurlular ve Karahanlılar isyan etmişlerdi Sencer isyan eden Karahanlıları yeniden tabi devlet haline getirdi (1130). Bu seferden sonra Gazne hükümdarı Behram Şah yıllık vergisini vermemek suretiyle isyan etmişti. Sultan Sencer yaptığı bir seferle onu tekrar itaat altına aldı (1136).

Sencer dönemi olayları içerisinde Harzemşahlarla ilişkiler önemli yer tutar. Sencer tarafından 1128 yılında Harzemşah Kutbeddin'in ölümü üzerine oğlu Atsız Sencer tarafından "Harzemşah" tayin edildi. Ancak Atsız isyankar tutumu nedeniyle Sencer'e karşı defalarca isyan girişiminde bulunmuş ve her defasında yenilgiye uğramasına rağmen Selçuklu sultanı tarafından affedilerek göreve iade edilmiştir. Harzem Büyük Selçukluların kuzeyinde Karahıtaylara ve Müslüman olmamış Türklere karşı tampon bir bölge idi. Sencer'in Atsız'ı defalarca affetmesini Harzem'in bu stratejik önemine bağlamak gerekir.

Karahıtaylar, Çin'de hüküm süren Kitanların bir kolu tarafından Türkistan'da kurulmuş bir devletti. Bunların Kaşgar bölgesini ele geçirme teşebbüsleri Karahanlılarca önlenmişti. Bir süre sonra Karahanlılarla bölgedeki siyasi teşekküllerden Karluklar arasında anlaşmazlık çıktı.

Karahanlılar Sencer'den yardım isterken, Karluklarda Karahıtaylardan yardım talep ettiler. Sultan Sencer tabii Karahanlıların istekleri üzerine sefere çıktı. Karahıtaylarla Semerkand yakınlarındaki Katvan'da karşılaşan Selçuklu ordusu yenildi (9 Eylül 1141). Bu yenilgi Sencer'in uzun yıllar süren saltanatının da dönüm noktası olmuştur. Selçuklu devleti, tarihi boyunca doğu taraflarından Müslüman olmayan hiçbir devletin istilasına maruz kalmamıştı. Böylece Sencer Amuderya Nehrinin doğusunda kalan araziyi ve Belh şehrini kaybetti. Bu mağlubiyet uzun yıllar yenilmez kabul edilen Sencer'i de çok zor durumda bıraktı. Endişeye kapılan Sencer çok ciddi savunma tedbirleri aldı. Bu yenilgi gerek İslam, gerekse Hıristiyan dünyasında çok büyük yankılar yaptı.

Selçukluların Katvan yenilgisi tabi devletleri de cesaretlendirmiş ve Selçuklu devletine karşı isyan etmelerine sebep olmuştu. Bunlardan birisi de Hindistan'daki Selçuklu vassallarından Gur hükümdarı hükümdarı Alaaddin Hüseyin'dir. Alaaddin, hem ödemesi gereken yıllık vergisini vermemiş, hem de sultan unvanını kullanarak bağımsızlığını ilan etmişti. Bunun üzerine Haziran 1152 yılında Gur seferine çıkan Sencer, Katvan yenilgisinden sonra ilk defa kesin sonuçlu bir zafer elde ederek, kaybolan itibarını büyük ölçüde yeniden kazanmıştır.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun Yıkılışı ve Oğuzlar

Oğuzların büyük bir kısmı Karahıtay ve Karlukların baskısıyla Türkistan'dan batıya geçmişler ve Belh civarında yaşıyorlardı. Selçuklu sınırları içinde oldukları halde yarı bağımsız yaşıyorlardı. Oğuzlar ağır vergiler ve görevlilerin zulme varan uygulamaları yüzünden devlete isyan ettiler.

Sultan, 1153 yılında etrafındakilerin tahriki ile Türkmenler üzerine yürüdüyse de yenilgiye uğradığı gibi kendisi de esir düştü. Oğuzlar asi durumda iken bir anda kendilerini Selçuklu devletinin başında buldular. Sultana karşı hürmette kusur etmediler. Onu tahtına oturtup önünde diz çöküp, yer öptüler. Onların içlerinden birini hükümdar yapmayarak esir hükümdarı tahtında tutmaları, zahiren de olsa devleti devam ettirmek istedikleri şeklinde yorumlanabilir. Sultan Sencer'in Üç yıllık esirlik hayatında çok büyük sıkıntılar çektiği anlaşılmaktadır. Türkmenler onu geceleri demir kafese koyuyorlar, gündüzleri ise onun arzu etmemesine rağmen tahtına oturtuyorlardı. Sencer ancak Nisan 1156 da esir hayatından kurtulmayı başardı. Sultan Sencer'in kurtulduğunu duyan tabi devletlerden bir kısmı tekrar bağlılıklarını bildirdiler. Sencer başkent Merv'de yeniden tahta geçti.

Ancak hem yaşlanmış hem de askerlerini ve hazinesini kaybetmişti. Ayrıca komutanlar arasında eskisinden daha kötü bir rekabet başlamıştı. Bu şartlar altında hükümdarlığını sürdürmesi imkansız gibiydi. Adeta ikinci bir esaret hayatı süren Sultan Sencer 72 yaşında iken Nisan 1157 yılında üzüntüsünden öldü. Daha önce kendisi tarafından yaptırılan türbeye defnedildi.

Sencer bilim adamlarına, İlim, sanat ve edebiyata önem veren bir hükümdardı. Din ve tasavvuf erbabına önem verir, onların sözlerini ve tenkitlerini sabırla dinlerdi. Sultan Melikşah'ın ölümüyle başlayan saltanat mücadeleleri yüzünden devlet sarsılmıştı. Sencer ile birlikte bu kötü gidiş durmuş ve Selçuklu Devleti yeniden itibarını kazanmıştır. Onunla birlikte devlet ikinci imparatorluk diyebileceğimiz bir devir yaşamıştır.

Sencer'in Oğuzlara esir düşmesi devlet içerisindeki çözülmeyi hızlandırmıştı. Her ne kadar Sencer esaretten kurtularak istikrarı sağlama hususunda gayret gösterse de yaşlılığı buna engel oldu. Sencer'in ölümünden sonra, ortaya çıkan iç karışıklıklar yanında dış gaileler de devleti süratle yıkılışa götürüyordu. Bunlardan Haçlıların Anadolu ve Suriye'deki faaliyetleri, Şii Fatımıler ile olan mezhep çatışmaları, Hasan Sabbah'ın Alamut'tan yönettiği Haşhaşi-Batını propagandaları, devletin parçalanmasında büyük rol oynamıştır. İran merkezli Büyük Selçuklu devleti parçalanmış Kirman, Irak, Suriye ve Anadolu topraklarında ortaya çıkan ve hanedana mensup kişilerce idare edilen daha küçük Selçuklu devletleri ise on dördüncü asra kadar mevcudiyetini devam ettirmişlerdir.

Irak Selçukluları  (1119-1194)

Sencer, Sultan Mehmed Tapar'ın oğlu Mahmud'un hükümdarlığını tanımamıştı. Kendini sultan ilan ederek Mahmud'un üzerine yürüdü. Yapılan Save Muharebesinde (1119) onu yenerek esir etti. Ancak ona kötü muamele yapmayarak kızlarından birisi ile evlendirmek suretiyle kendisine damat yaptı. Yapılan anlaşmaya göre Rey tarafları Sencer'de kaldı. İmparatorluğun batı tarafları Sencer'e tabi olmak şartıyla Mahmud'a verildi. Böylece merkezi önce İsfahan, sonra da Hemedan olan Irak Selçukluları Devleti ortaya çıkmış oldu.

Abbasi halifesi dünyevi salahiyetleri geri almak amacıyla Selçuklulara karşı siyasi bir mücadeleye girişince, Sultan Sencer Irak Selçuklu meliki Mahmud'u halifeyi yasal sınırlar içerisine çekmekle görevlendirdi. Mahmud, yenilgiye uğrattığı halife ile Irak-ı Arab bölgesinde hakimiyetinin devam etmesini sağlayacak şekilde bir anlaşma da yaptı. Bu durum Sultan Sencer'i rahatsız ettiği için Mahmut Rey'e çağırılarak ikaz edildi. Mahmut, bu olaydan kısa bir süre sonra Eylül 1131'de vefat etti.

Mahmud'un ölümü üzerine küçük yaştaki oğlu Davut, devlet ileri gelenleri tarafından Irak Selçukluları tahtına çıkarıldıysa da, hanedanın diğer üyeleri Mesud ile Selçuk Şah bunu kabullenmeyerek harekete geçtiler. Irak tahtını ele geçirmek için Abbasi halifeliği ile de ittifak kuran muhaliflerin amacı Sultan Sencer'in Irak-ı Arab ve Irak-ı Acem üzerindeki metbuluk haklarına son vermekti. Sencer'in Irak tahtına çıkarmak istediği kişi ise yeğeni Tuğrul idi.

Sencer kendisine karşı kurulan bu ittifaka karşı Batı seferine çıktı. Taraflar arasında Mayıs 1132 Dinever'de yapılan savaşı kazanan Sencer, Irak Selçukluları tahtına Tuğrul'u geçirerek Horasan'a döndü. Sencer'in Irak'tan çekilmesi üzerine Tuğrul'un hükümdarlığına itirazlar başladı. Mehmet Tapar'ın oğulları Davud ile Mesud birleşerek Tuğrul'a karşı 1133 yılında harekete geçtiler ve onu yenerek İsfahan ve Rey gibi önemli şehirleri de ele geçirdiler. Ancak Tuğrul daha sonra 1134'te topladığı kuwetlerle tahtını tekrar geri almayı   başardı.

Tuğrul'un 24 Ekim 1134'de ölümünden sonra Mesud, Hemedan'a gelerek Irak Selçuklu hükümdarlığını ele geçirdi. Mesud saltanatının ilk yıllarında Halife Müsterşid ile ters düştü. Bunun esas sebebi halifenin dünyevi yetkiler peşinde koşması ve bunun için asker toplaması idi. Halife, Mesud'a karşı savaşa başlamadan evvel hutbelerde Sencer ve şehzade Davud'un adlarını zikretmeye başladı. Böylece Mesud'a karşı sultan ve diğerlerinin sempatisini kazanarak, ortak cephe oluşmasını önlemeye çalışıyordu. Ancak 1135'te yapılan savaşı kaybeden Halife Müsterşid, yapılan anlaşmayla eski statüsüne razı oldu. Böylece Irak-ı Arab yeniden Selçuklu hakimiyetine geçti. Halife Müsterşid, Bağdad'a dönmeye hazırlanırken Batıniler tarafından öldürüldü. Yerine halife seçilen Raşid, Selçuklularla yapılan anlaşmayı kabul etmediği gibi, hutbeden Sencer ve Mesud'un adını da kaldırdı. Bunun üzerine Sultan Sencer'in talimatıyla harekete geçen Mesud, halifeyi Bağdad'ı terk etmek zorunda bıraktı. Ağustos 1136 da Sultan Sencer'in talimatıyla Abbasi hanedanından Abdullah, "Muktafi" unvanıyla yeni halife tayin edilerek Abbasi Halifeliği tekrar Selçuklulara tabi hale getirildi.

Sultan Sencer vassal devlet ilişkileri çerçevesinde Irak Selçuklu Devleti'nin iç işlerine karışmaya devam etti.  Bazı vezirlerin tayini doğrudan Sultan Sencer tarafından yapıldığı gibi, mali işler de kontrol altında tutuldu. Sultan Mesud zamanında Irak bölgesindeki bazı Selçuklu beylerinin isyan ettiğini görmekteyiz. Bu dönemde gerek halifelerin, gerekse emirlerin isyanında başrolü Musul Atabeyi İmadeddin Zengi oynamıştır. Bu bakımdan İmadeddin Zengi, dönemin tarihçileri tarafından ortaya çıkan iç isyanların ele başısı olarak gösterilmiştir. Sultan Mesud zamanında Haçlılarla da mücadeleler olmuştur. Aynı şekilde Kafkaslarda Gürcülerle yapılan mücadelelerde önemli başarılar kazanıldı. Kirmanşahlarla evlilik yolu ile iyi ilişkiler kurulmuştu. Ömrü içerde ve dışarda mücadelelerle geçen Sultan Mesud 1152 tarihinde hastalanarak  öldü.

Şahsiyetli ve kudretli bir hükümdardı. Onun zamanında Irak Selçuklu Devleti en parlak dönemini yaşamıştır.

Sultan Mesud'dan sonra Irak Selçuklu tahtına geçenler 1152-1194 yılları arasında dahili mücadelelerle uğraşmak durumunda kalmışlardır. Devlet içerisinde istikrar  sağlanamamış ve devletin kısa ömrüne taht mücadeleleri damgasını vurmuştur. Son Irak selçuklu sultanı Tuğrul'un, Rey yakınlarında yapılan bir savaşta 1194 yılında ölümü ile birlikte Irak Selçuklu Devleti'de tarihe karışmıştır.

Kirman  Selçukluları (1040-1187)

Dandanakan Savaşı Selçuklu tarihinin en önemli olaylarındandır. Bu zafer ile birlikte Türk tarihinde önemli bir rol oynayacak olan Selçuklu İmparatorluğu kuruluyordu . Selçuklular bu zaferden sonra topladıkları kurultayda, devleti Türk devlet anlayışına uygun olarak hanedan üyeleri arasında pay etmişlerdi. Bu paylaşım da Kirman bölgesi Çağrı Beyin en büyük oğlu Kavurd'a verilmişti. Kirman vilayetine Selçuklu akınları ilk olarak 1042-1043 yıllarında başladı.

Melik Kavurd, emrindeki birlikleriyle, Büveyhilerin elinde bulunan Kuzey Kirman bölgesini ele geçirdi (1048). Böylece Kirman Selçuklu Devleti de kurulmuş oldu. Buranın geliri devletin giderlerini karşılayacak ve bölgede yaşayan halkı besleyecek durumda değildi. Devleti ayakta tutabilmek amacıyla yeni yerler fethetmek gerekiyordu. Bu amaçla harekete geçen Kavurt Bey, kısa sürede bütün Kirman bölgesini ele geçirdi (1050-1051).

Melik Kavurd Kirman bölgesine hakim olduğu sırada, Arab yarımadasının doğusu da Şii Büveyhilerin elindeydi. Kavurd Umman bölgesini almaya karar vererek Hürmüz emiri Bedr İsa Caşu'nun temin ettiği gemilerle buraya sefer yaparak Umman'ı ele geçirdi. Böylece Selçuklu tarihinde ilk defa, deniz aşırı bir sefer de gerçekleştirilmiş oldu. Kavurd Umman'dan sonra Kirman'a komşu Fars üzerine yürüyerek orada da Selçuklu egemenliğini sağladı (1062).

Büyük Selçuklu imparatoru Tuğrul Bey'in 4 Eylül 1063 yılında ölümü üzerine çıkan taht kavgalarına Kavud Bey de katıldı. Ancak kardeşi Alp Arslan'ın başkenti ele geçirerek Selçuklu tahtına oturduğu haberini alınca bu mücadeleden vazgeçerek  onun hükümdarlığını kabul etti. Melik Kavurd bir süre sonra Alp Arslan'a isyan etmesi üzerine üzerine 1067 yılında ordu sevk edildi. Alp Arslan karşısında tutunamayan ve yenilgiye uğrayan Kavurd kaçtıysa da Sultan tarafından affedildi. Ancak saltanat iddiasından vazgeçmeyen Kavurd, iki yıl sonra Fazlı1ye ile birleşerek yeniden isyan etti. Nizamü'l-Mülk'ün gayretleriyle asilerden Fazlı1ye yakalandı. Kavurd üzerine yürümek isteyen Alp Arslan, kendi ordusu içinde bir kısım askerlerin Kavurd'a sevgi tezahüründe bulunması üzerine durumdan endişelenerek seferi yarıda bırakıp Kirman'ı terk ile başkente  döndü (1069).

Kavurd Melikşah'ın saltanatı sırasında da isyan etmiş ve Selçuklu tahtını ele geçirmek için harekete geçmişti. Ancak Melikşah, asi maçasına babası kadar merhametli olmadı. Selçuklu ordusu ile yaptığı bu savaşı kaybeden Kavurd, yakalanarak yay kirişi ile boğduruldu (1073).

Kavurd Bey, Adil, cesur ve iyi bir idareci olmasına rağmen Selçuklu tahtını ele geçirmek için giriştiği sayısız  mücadeleler  sonunda hayatına mal olmuştur.

Melik Kavurd'dan sonra oğlu Sultanşah kardeşleriyle giriştiği mücadeleyi kazanarak 1074 yılında Kirman Selçukluları tahtına oturmuştur. Kısa süre sonra Sultan Melikşah Kirman üzerine yürüdü. Kaynaklarda bu seferin sebepleri hakkında fazla bir bilgi yoktur. Sultanın karşısında dayanamayacağını anlayan Sultanşah elçiler göndererek anlaşma zemini aradı. Melikşah onu affederek yerinde bırakarak İsfahan'a döndü. Sultanşah 1085'te  öldü.

Sultanşah'tan sonra Kirman Selçuklularının tahtına Turanşah geçti. Turanşah tahta geçtiğinde askerlerin şehir içinde sivil evlerde kalmasının mahzurlarını görmüştü. Bu olumsuzlukları düzeltmek için bazı imar faaliyetlerinde bulundu. Kirman Selçukluları Melik Kavurd'un ölümünden sonra Fars hakimiyetini kaybetmişlerdi. Turanşah bölgeye iki sefer yaparak Fars bölgesini tekrar itaat altına aldı. Turanşah zamanında önemli olaylardan biri de Umman halkının isyanı idi. Bu isyan kısa sürede bastırılarak Umman halkı yeniden itaate alındı. Uygulama alanına koyduğu icraatlarıyla kendi hakkında olumsuz düşünenleri yanıltan Turanşah, 13 yıl hükümdarlıktan sonra 1097'de  öldü.

Turanşah'ın ölümünden sonra yerine 5 Kasım 1097'de oğlu İranşah, Kirman tahtına geçti. İranşah bir Selçuklu hanedanına yakışan tavır sergilemekten çok uzaktı. Günlerini zevküsefa içerisinde eğlence ve içki alemleriyle geçirmekteydi. Bir süre sonrada kötü arkadaşlarının etkisiyle Batıni mezhebine girerek, kadı ve ulemadan bazılarını öldürttü ve halka kötü davranmaya başladı. Onun bu davranışı üzerine  Çolak Bazdar adında bir Türkün liderliğinde halk ayaklandı. Devrin Şeyhülislamı ve kadılardan alınan fetva ile İranşah'ın islam dinine zarar verdiği için öldürülmesine karar verildi. Durumun aleyhine döndüğünü gören İranşah aman dilediyse de olayların önüne geçemedi. 1101 yılında yakalanarak öldürüldü.

İranşah'ın ölümünden sonra Arslanşah, Kirman Selçukluları tahtına çıkarıldı. İranşah zamanındaki kötü yönetimden ve taht değişikliğinden faydalanan Umman halkı yeniden isyan etmişti. Arslanşah Umman'ı yeniden itaat altına aldı. Fars bölgesi Kirman Selçuklularının hakimiyetinde olasına rağmen bölge halkı ile ilgilenilmemiş, ihmal edilmişti. Bu sebeple Büyük Selçuklu Sultanı Mehmed Tapar, durumu düzeltmesi için Emir Çavlı'yı Fars valiliğine tayin etmişti. Çavlı'nın bu bölgedeki faaliyetleriyle Kirman Selçuklularının Fars hakimiyeti de tehlikeye girmişti. Kısa süre sonra Emir Çavlı ile Arslanşah savaşın eşiğine geldi. Arslanşah topladığı kuvvetlerle Çavlı'ya ani bir baskın vererek yenilgiye uğrattı (1115). Emir Çavlı daha sonra tekrar Kirman üzerine sefere çıkmak için hazırlıklara başladıysa da  ölümü buna fırsat vermedi.

Melik Arslanşah doğuda Sultan Sencer'e bağlı olmasına rağmen, batıda da Irak Selçuklularıyla iyi ilişkiler kurmuştu. Arslanşah'ın 1145 yılında ölümü üzerine Oğullarından Muhammed, kardeşi Selçukşah ile giriştiği taht mücadelesinde kazanan taraf oldu. Taht mücadeleleri sırasında Kirman Selçuklularının bir zamanlar elinde olan Fars bölgesinde Salgurlular devleti hakim olmuştu. Melik Muhammed 27 Haziran 1156'da öldü. Adil, becerikli, alim, uzak görüşlü, alimleri seven, ilme önem veren bir hükümdardı. Onun devrinde Kirman emniyet içinde  sakin bir hayat sürmüştür.

Melik Muhammed öldüğü zaman oğlu Tuğrulşah Kirman Selçukluları tahtına oturdu. Babası zamanında iyi ilişkiler kurulan Salgurlular ile dostluğu devam ettirdi. Tuğrulşah devri Kirman Selçukluları tarihinde önemli bir yer tutar. Zira bu devirde atabeyler, hükümdarlar üzerinde etkili olmaya başlamışlardı. Bu devirde önemli atabeylerden biri Alaeddin Bozkuş idi. Melik Tuğrulşah 1170 yılında öldü.

Tuğrulşah'ın ölümünden sonra Kirman Selçuklularında bir fetret devri başladı. Kardeşler arasında taht kavgaları başladı. Bu kavgalar Kirman Selçuklularının yıkılmasında en önemli etkenlerdendir. Devletin yönetimi atabeglerin eline geçmişti. Atabeg olmak isteyen emirlerde birbirleri ile kavga ediyorlardı. Ayrıca şehirler yağmalanıyor, ekonomik olarak devlet zayıflıyordu. Bu fetret devrinin en önemli olayı Oğuzların Horasan'dan Kirman'a gelmeleridir. Oğuzlar kısa sürede Kirman'a hakim oldular (1183). Oğuz beylerinden Dinar, Kirman'ın önemli şehirlerini birer, birer ele geçirmeye başladı. Oğuz beyi Dinar, son olarak devlet merkezi Berdesir'i ele geçirerek Kirman Selçuklularına son verdi (1187).

Kirman Selçuklu hükümdarları bilinçli bir iktisadı siyaset takip etmişlerdir. Ticaret yollarını kendi ülkelerinden geçirmek için özel gayret gösterdiler. İmar faaliyetlerine önem vererek ülkelerini mamur hale getirdiler. İlim ve kültürün gelişmesi için çok çalıştılar. Bu devletin yıkılmasında en önemli rolü şüphesiz Oğuzlar (Türkmenler) oynamıştır. Diğer bir sebep ise taht kavgalarıdır. Taht kavgalarından zayıflayan devleti Oğuzlar kolayca ele geçirdiler. Yaklaşık yüz elli yıl bu bölgede yaşayan Selçuklular bölgeye büyük hizmetler yapmışlardır. Onların döneminde Kirman tarihinin en güzel yıllarını yaşamıştır.

Suriye Selçukluları (1070-1117)

Dandanakan Savaşından sonra Selçuklu komutanları Suriye ve Filistin'e gelerek buraları fethetmişlerdir. Bu bölgedeki fetihler daha sonra buralarda bir Selçuklu Devleti'nin kurulmasını sağlamıştır. Kaynaklardan anlaşıldığına göre Suriye ve Filistin bölgesine gelen ilk Selçuklu kumandanları Hanoğlu Harun, Afşin, Sunduk, Kurlu, Atsız ve Şöklü'dür. Suriye'ye gelen ilk Emir Hanoğlu Harun, bin Türkmen atlısıyla Anadolu'dan Haleb bölgesine gelmiştir. Suriye bölgesine gelen diğer kumandanlardan Kurlu, emrindeki Türkmenlerle Filistin'e gelerek, başkenti Remle olan ve Büyük Selçuklu Devleti'ne bağlı bir Türkmen beyliği kurmuştur (1070). Kurlu'nun ölümünden sonra beyliğin başına Uvakoğlu Atsız geçmiştir (1071). Atsız zamanında Suriye ve Filistin'de Mısır Fatımı hakimiyetine son verilmiştir. Atsız 1071 yılında Kudüs'ü ele geçirerek, burasını Selçuklu Melikliğinin başkenti yapmış, hutbeyi de Abbasi Halifesi ve Alp Arslan adına okutmuştur.

Atsız Kudüs meselesini hallettikten sonra Suriye'nin önemli şehirlerinden Dımaşk'ı (Şam) alabilmek için harekete geçti. Ancak Atsız'ın bölgedeki diğer Türk Beylerinden Şöklü ile aralarında anlaşmazlık çıktı. Atsız'a karşı başarılı olamayacağını anlayan Şöklü, Anadolu'da henüz yeni devlet kurmuş olan Kutalmışoğulları'nı bölgeye davet etti. Kutalmışoğullarından Alpilik ve Devlet bu davet üzerine gelip Şöklü'ye katıldı. Müttefikler, Mısır Fatımı Devleti'nin yardımına sağlamak amacıyla da "Şii Mısır halifeliğine bağlı" olduklarını ilan ettiler. Bu durum karşısında harekete geçen Atsız 1075 yılında, Şöklü ve müttefiklerinin üzerine yürüyerek onları mağlup edip, gelişmeleri de Sultan Melikşah'a bildirdi. Atsız, Fatımılerin yönetiminde bulunan Trablusşam ve Sur şehirlerini de fethederek,  bu bölgelerde hutbeyi Abbasi Halifeliği ve Selçuklu hükümdarı adına okuttu (1075-1076). Ancak bütün bu gelişmelere rağmen Sultan Melikşah Atsız'ı görevden alarak yerine Tutuş'u atamak istedi. Atsız, bu haksızlık karşısında sultana etkileyici bir mektup yazdı. Nizamü'l-Mülk'ün de Atsız'ı desteklemesi üzerine sultan bu yanlış kararından vazgeçti. Bu olaydan sonra yerini sağlamlaştıran Atsız, Dımaşk'ı (Şam) yeniden sıkıştırmaya başladı. Bir süre sonra şehir ileri gelenleri ile anlaşarak 1076 yılında şehri teslim aldı. Suriye Selçuklu Melikliğinin başkentini Kudüs'ten Şam'a taşıyan Atsız, halka iyi davranarak onlara yiyecek, içecek dağıttı. Çiftçilere de tohumluk dağıtarak hızlı bir şekilde üretime geçmelerini teşvik etti. Tahribata uğrayan şehri onartmak için uğraştı. Atsız'ın bu gayretleri kısa sürede neticesini vermiş, fiyatlar düşmeye başlamış, daha önce buralardan kaçan halk yeniden şehre dönmeye başlamıştır. Atsız Yafa ve Askalan hariç bütün Filistin ve Suriye'yi ele geçirerek buradaki Fatımı egemenliğine son verdi. Abbasi Halifeliği ve Selçuklular için devamlı mesele çıkaran Şii Fatımı Devleti'ne son vermek isteyen Atsız, 1076 yılında Mısır üzerine sefere çıktıysa da başarısız olarak geri döndü.

Sultan Melikşah Atsız'ın Mısır seferinde yenilerek öldüğü haberini almış ve bölgeye Tutuş'u idareci olarak tayin etmişti., Gence'den Diyarbakır bölgesine geldiği zaman Atsız'ın sağ olduğunu ve Suriye'ye döndüğü haber alan Tutuş, durumu Melikşah'a bildirdi. Bunun üzerine Sultan Melikşah Tutuş'a Kudüs'e değil, Halebe gitmesini emretti. Bu sırada Filistin ve Suriye'yi ele geçirmek için harekete geçen Fatımi ordusu 1079'da, Filistin'i işgal ettikten sonra Dımaşk üzerine yürüdü. Zor durumda kalan Atsız, Tutuş'tan yardım istedi. Bu yardım talebi üzerine Tutuş'un derhal harekete geçerek Dımaşk önlerine gelmesiyle Fatımi ordusu kuşatmayı kaldırarak geri çekildi. Atsız şehrin dışında karşılayıp itaatini bildirdiği Tutuş tarafından kısa bir süre sonra kardeşiyle birlikte yayı kirişiyle boğdurulmak suretiyle öldürüldü. Böylece Tutuş, bütün Suriye ve Filistin şehirlerine hakim oldu (1079).

Tutuş melikliği sırasında halka iyi davranmıştır. Başkent Dımaşk ve çevresinde bir çok imar faaliyetinde bulundu. Kısa sürede şehirde normal hayata dönüşü sağladı. Suriye Selçuklu Melikliği genel olarak Büyük Selçuklu Sultanlığını metbu olarak tanımış, devletin kurucusu Atsız, tabilik-metbuluk konusunda hiçbir problem çıkarmamıştır. Tutuş da, 1092 yılında Melikşah'ın ölümüne kadar "melik" unvanını kullanmıştır. Büyük Selçuklularla hiçbir şekilde çatışmaya girmemiş ve Melikşah'a da sürekli bağlılığını bildirmiştir.

Bu sırada Anadolu'da fetihlerde bulunan Süleyman Şah'ın Antakya bölgesine geldiği görüldü. Bizans valisi Philaretos'un elinde bulunan Antakya içten içe kaynıyordu. Şehrin Bizans valisi çok sert ve acımasız bir kimse idi.  Valinin şehirde bulunmadığı bir sırada oğlu Barsama ve şehir şahnesi İsmail Antakya'yı Kutalmış oğlu Süleymanşah'a teslime karar verdiler. Aynı zamanda Tutuş ve Müslim'de Antakya'yı almaya çalışıyorlardı. Süleymanşah çok gizli hareket ederek onlardan önce şehrin yakınlarına geldi. İçeriden yapılan yardım sayesinde şehir kapıları açıldı. 12 Aralık 1084 yılında şehri ele geçiren Süleymanşah, bundan sonra Haleb üzerine yürüyerek kuşattı. Şehir ayanı Haleb'in Büyük Selçuklu sultanına ait olduğunu ve ancak Sultan Melikşah'ın izni ile şehri kendisine teslim edeceklerini söylediler. Melikşah'tan haber gelinceye kadar Süleymanşah Halep çevresindeki diğer yerleşim yerlerini ele geçirdi.  Melikşah'tan haber gelmemesi üzerine şehri yeniden kuşattı (1086). Haleb'liler bu seferde Dımaşk'ta bulunan Tutuş'a haber göndererek şehri kendisine teslim edeceklerini bildirdiler. Bu haber üzerine harekete geçen Tutuş, Süleymanşah ile karşı karşıya geldi. 1086 yılında Aynu Seylem'de yapılan savaşta, Süleymanşah yenildi. Kaynaklara göre yenilgiyi hazmedemeyen Süleymanşah hayatına son verdi. Tutuş, anlaşma gereği Haleb'in kendisine teslim edilmesini istedi. Ancak Haleb ayanı sözünde durmayarak oyalama yolunu seçince, şehri kuşatarak aldı  (1086).

Kuzey Suriye'de kendisine bağlı emirler ve vassal devletler arasındaki mücadeleler sebebiyle istikrarın bozulması üzerine Sultan Melikşah bizzat harekete geçti. devrin önemli kumandanlarından Porsuk, Bozan ve Aksungur yanında olduğu halde Aralık 1086'da Haleb önlerine geldi. Bu durum karşısında Tutuş Haleb'i terk ederek Dımaşk'a dönmüştü. Sultan Melikşah, yanında bulunan kumandanlarından Aksungur'u Haleb şahneliğine, Nuh-et Türki'yi kale kumandanlığına ve Hallal'ı da vergi işlerine sorumlu tayin etti. Daha sonra Antakya'ya giden Melikşah, Yağısıyan'ı da Antakya şahneliğine tayin etti. Buradan tekrar Haleb'e dönen Sultan, Suriye'de istikrar sağlayacak gerekli düzenlemeleri yaptı. Bu gelişmeler üzerine başta kardeşi Tutuş olmak üzere bütün vassallar sultana bağlılıklarını arz ettiler. Böylece Tutuş'un siyasi ve askeri faaliyetlerini kontrol altına alan Selçuklu Sultanı, kardeşi Tutuş'a Suriye bölgesinin yönetimini bırakarak Bağdat'a geri döndü.

Sultan Melikşah Suriye seferinden kısa bir süre sonra 1092 yılında ölmüş yerine oğlu Berkyaruk veliaht sıfatıyla sultan ilan edilmişti. Bu durumu kabul etmeyen Tutuş, kendisini Büyük Selçuklu sultanı ilan ederek Suriye de kendi adına hutbe okuttu. Haleb, Antakya ve Urfa valilerine mektuplar yazarak Büyük Selçuklu sultanı olduğunu ve kendisine itaat etmelerini istedi. Onlar da bu isteğe uyarak onun emrine girdiler. Emrine giren yeni kuvvetlerle güçlenen Tutuş, Rahbe, Rakka, Nusaybin ve Musul'u ele geçirdi. Hakimiyet alanını kısa sürede genişleten Tutuş, Abbasi Halifesine baş vurarak Büyük Selçuklu Sultanı sıfatıyla Bağdad camilerinde adına hutbe okutmasını istedi. Ancak halife bu isteği; "Horasan ve Maşrıkta hükümran olarak İslam alemine hakim olması, kardeş çocuklarından taht iddiacısı olarak karşısına hiç kimsenin çıkmaması, başkent İsfahan'da devlet hazinesine hakim olması ve halifelik makamına bağlı olması" şartlarıyla yerine getirebileceğini bildirdi. Tutuş, merkezde sultan ilan edilen Berkyaruk'la savaşmak için Rey yakınlarına geldi. Ancak yanında bulunan Aksungur ve Bozan'ın, kuvvetleriyle birlikte Berkyaruk tarafına geçmesi üzerine yalnız kalan Tutuş, seferi yarıda bırakarak Dımaşk'a geri dönmek mecburiyetinde kaldı (Kasım-Aralık 1093).

Saltanat mücadelesine devam eden Tutuş, kendisine ihanet eden Emirlerden Aksungur ve Bozan'ı cezalandırmak üzere harekete geçti. Haleb'i ele geçirerek Aksungur'u ve Bozan'ı öldürdü. Tutuş böylece kısa sürede yeniden Kuzey Suriye, el-Cezire ve Urfa'ya hakim oldu. Bu sırada oğlu Mahmut'u tahta çıkarmak için uğraşan Terken Hatuna haber göndererek, Berkyaruk'a karşı ittifak teklifinde bulundu. Bu talebe olumlu cevap veren Terken Hatun, Tutuş ile buluşmak üzere İsfahan'dan Hemadan'a gitmek üzere yola çıktıysa da yolda hastalanarak öldü. Buna rağmen, Terken Hatun'un kuvvetlerinin kendisine katılmasıyla Tutuş, saltanat mücadelesinde Berkyaruk'a karşı bir üstünlük elde etti.  Bu arada Mahmut'un çiçek hastalığı sebebiyle ölümü üzerine Berkyaruk'un saltanat yolunda önü açıldı. 1094 yılında sultan ilan edilen Berkyaruk, Tutuş ile Taşlı köyü civarında karşılaştı. 1095 yılında yapılan savaşı kaybeden Tutuş, yaralı olarak ele geçirilmiş sonrasında  da öldürülmüştür.

Tutuş'un Sultan Melikşah'ın ölümünden sonra giriştiği saltanat mücadelesinde başarısız oluşunun birtakım sebepleri vardır. Tutuş emrindeki kumandanlara ve hakim olduğu şehir ve kasabalarda halka zaman zaman çok sert davranmıştır. Onun bu sert ve bazen de zulme varan davranışları onun başarısını engellemiştir. Kuvvetli ve etkili bir kişiliğe sahip olmasına rağmen siyasi yönü zayıf kalmıştır.

Tutuş 24 Şubat 1095'de ölünce geride kalan iki oğlundan Fahrü'l-Müluk Rıdvan Haleb'te diğer oğlu Şemsü'l-Müluk Dokak'ta, Dımaşk'ta kendilerini sultan ilan ettiler. Böylece Suriye Selçukluları birisi Dımaşk diğeri de Haleb olmak üzere birbiriyle devamlı mücadele eden iki ayrı melikliğe ayrılmış oldu. Halep Selçuklu Melikliği 1095-1118 tarihleri arasında, Dımaşk Selçuklu Melikliği ise 1095-1104 tarihleri arasında varlıklarını sürdürmüşlerdir.  Haleb ve Dımaşk Selçuklu melikleri bu tarihten sonra bir taraftan Şii Fatımi Halifeliği ile mücadele ederken bir taraftan da Suriye sahillerine yerleşmiş olan Haçlılar ile mücadele edecektir.

Türkiye/Anadolu Selçukluları (1075-1308)

Selçuklu Devletleri arasında en uzun ömürlü olan devlettir. Arslan Yabgu'nun torunu Süleymanşah tarafından kurulmuştur. Süleymanşah'ın babası Kutalmış'tır. Kutalmış'ın Süleymanşah'tan başka dört oğlu daha vardı. Süleymanşah 1078 yılında İznik'i kendisine başkent yaptı. 1086 yılında Haleb hakimiyeti için Tutuş ile yaptığı mücadele sırasında öldü. Süleymanşah sefere çıkarken İznik'te yerine vekil olarak Ebu'l-Kasım'ı bırakmıştı. Ebu'l-Kasım Anadolu'daki mevcut birlik ve beraberliği korumak için çok gayret sarf etti. Bizans'a karşı gerçekleştirdiği seferler ile Marmara sahilleri ve boğazlara kadar uzandı. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah 1086'da çıktığı Suriye seferinden İsfahan'a dönerken Kutalmışoğullarının isyanını önlemek ve Anadolu'yu kendi hakimiyetinde tutmak amacıyla, Süleymanşah'ın oğullarını da yanına aldı.

Sultan Melikşah'ın 1092'de ölümüyle birlikte kaçarak Anadolu'ya gelen Süleymanşah oğlu Kılıç Arslan sultan ilan edildi.

Bu dönemde Anadolu'da siyasi bir birlik yoktu. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde bir kısım beyler müstakil birer devlet gibi hüküm sürüyorlardı. Sivas'ta Danişmendliler, Erzincan'da Mengücek Oğulları, Erzurum'da Saltuklular, İzmir'de Çakan Bey, Efes'te Tanrıbermiş, daha sonra Artukoğulları ve Ahlatşahlar bu devletlerdendi. Ayrıca Bizans'ta fırsattan istifade ederek Türkiye Selçuklularının başkenti İznik'i sıkıştırıyordu.

I.Kılıç Arslan Anadolu'da siyasi birlik sağlamak amacıyla harekete geçti. Bu amaçla 1096 yılında Malatya'yı kuşattı. Ancak ilk Haçlı kafilesinin Anadolu'ya geçtiğini öğrenince kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Haçlı kuvvetleri kardeşi Davut tarafından İznik önlerinde imha edildi. Ancak arkadan gelen tecrübeli komutanların idaresindeki asıl Haçlı ordusu İznik üzerine yürüdü. Sultan Kılıç Arslan bunları karşıladıysa da durduramadı. İznik 1097'de Bizans'ın eline geçti.

Haçlı ordusuna  engel olamayacağını  anlayan  Kılıç Arslan onları yıpratmak için  yol boyunca gerilla savaşı taktiğine başvurdu. Danişmend Gazi ve Kayseri hakimi Hasan'ın da yardımlarıyla Eskişehir önlerinde Haçlılara büyük zayiat verdirildi. Yol boyunca yapılan saldırılar ile Haçlı ordusuna ağır zayiat verildi. Buna rağmen Anadolu'dan geçmeyi başaran Haçlılar Antakya, Urfa ve Kudüs'ü alarak buralarda birer Haçlı kontlukları kurdu. Türklerin haçlılarla mücadelesini fırsat bilen Ermeniler de Çukurova bölgesinde bir krallık kurmayı başardılar.

Haçlıların Anadolu Selçuklu topraklarından çıkmasından sonra Bizanslılar da harekete geçerek, sahil bölgelerinde kaybettikleri yerleri geri aldı. Haçlı seferi Türkiye Selçuklularına ağır bir darbe vurmuş, başkent İznik kaybedilmişti. Kılıç Arslan daha güvenli olarak gördüğü Konya'yı Türkiye Selçuklu devletinin yeni başkenti yaptı. Daha sonra Anadolu birliğini sağlamak adına 1102 yılında Danişmendlilerin idaresinde olan Malatya'yı aldı. Suriye üzerinde hakimiyet mücadelesi için Suriye Selçukluları hükümdarı Rıdvan, İl Gazi ve Çavlı ile giriştiği savaşı kaybederek Habur ırmağı kıyısında yapılan bu savaşta öldü (1107).

I.Kılıç Arslan Türk tarihinin en buhranlı zamanlarında iş başına gelmiş bir hükümdardır. En önemli emeli Anadolu'da Türk siyasi birliğini kurmak On beş yıllık saltanatı boyunca hem Haçlılara, hem de Bizans'a karşı büyük mücadeleler vermiş ve Anadolu Türklüğünü yaşatma kudretini göstermiştir. Onun 1107'de ölümünden Şehinşah'ın 1110'da idareyi eline almasına kadar taht 3 yıl boş kalmıştır.

Kılıç Arslan Musul'u alınca oğlu Şehinşah'ı buraya melik olarak atamıştı. Babasının ölümünden sonra, Musul emir Çavlı tarafından ele geçirilmiş ve Şehinşah da yakalananrak Sultan Mehmed Tapar'a gönderilmişti. Daha sonra Mehmed Tapar tarafından serbest bırakılan Şehinşah, 1110 yılında geldiği Anadolu'da Türkiye Selçuklu tahtına oturdu. Saltanatı çok kısa sürmüş ve 1116 yılında saltanat davası güden küçük kardeşi Mesud ile giriştiği savaşı kaybederek  öldürülmüştür (1117).

I. İzzeddin Mesud Danişmendlilerin yardımıyla Konya'da tahta çıktı. Danişmendli Emir Gazi, damadı Mesud'u Selçuklu tahtına çıkardıktan sonra adeta Selçukluları nüfuzu altına aldı. 1. Kılıç Arslan'ın ölümünden sonra Danişmendliler kısa sürede devletlerini büyüttüler. Anadolu'da Malatya, Kayseri, Ankara, Çankırı ve Kastamonu bölgelerini ele geçirdiler. Sultan Mesud ancak Danişmend Emir Gazinin oğlu Mehmed'in ölümü üzerine vesayetten kendisini kurtarabilmiş, daha önce kaybettikleri Ankara, Çankırı, Kastamonu ve yöresini Danişmendlilerden geri alarak (1143), Anadolu'da yeniden Selçuklu birliğini kurmak için çalıştı. Musul ve Haleb atabeyi İmadeddin Zengi'nin 1144-1146 yıllarında Urfa Haçlı kontluğunu ortadan kaldırması üzerine, Anadolu'ya gelen il. Haçlı ordusunu 1147 yılında Ceyhan yakınlarında yaptığı savaşta bozguna uğrattı. Sultan Mesud devlet yönetimini ele aldığında Selçuklu Devleti Konya ve çevresine sıkışmış bir durumdaydı. Adil bir hükümdar olup, Hıristiyanların bile haklarını korumuştur. İmar işlerine büyük önem verdi. Konya onun zamanında yeniden imar edildi.

Sultan il. Kılıç Arslan 1155 yılında tahta çıkar çıkmaz kardeşleriyle taht için mücadelelere başladı. işbirliği yaptı. Bu sırada Selçuklu-Danişmendli kavgalarını fırsat bilerek ayaklanan Ermeni Prensi Stephan'ı cezalandırdı. Bizans İmparatoru Manuel'i Eskişehir yakınlarında  büyük bir yenilgiye uğrattı(l159). Sultan Batı sınırlarını garantiye aldıktan  sonra Anadolu birliğini kurmak için harekete geçti. Önce Danişmendlilerden Darende, Elbistan, Kayseri ve Zamantı bölgesini aldı. (1174). Daha sonra kardeşi Şehinşah'ın elindeki Ankara ve Çankırı'yı da alarak Anadolu'da siyasi birliği sağladı.

Bizans ile anlaşma yapılmış olmasına rağmen, Selçukluların güçlenmesinden rahatsız olan Bizans İmparatoru Manuel, hem Danişmendli Zünnun'u hem de Şehinşah'ı Selçuklulara karşı kullanmak için planlar yapıyordu. Kılıç Arslan'a karşı planlarında başarıya ulaşamayan İmparator; kesin çözüm elde etmek amacıyla bizzat başında olduğu büyük bir ordu ile yola çıktı. Bu orduda Bizanslıların dışında Sırp, Macar; Frank ve Peçeneklerden oluşan yüz bin kişiyi aşkın asker vardı. Kılıç Arslan barış için bir elçilik heyeti gönderdiyse de, imparator tarafından kabul görmedi. Savaşın kaçınılmaz olduğunu gören Kılıç Arslan ordusunu küçük gruplara ayırarak yol boyunca yaptığı saldırılarla Bizans kuvvetlerini yıprattı. Yolları ve su kaynaklarını kullanılmaz hale getirdi. Perişan bir hale gelen Bizans ordusu, 1176 yılında  Denizli civarında  Hayran  Gölü yakınlarında  dar ve sarp bir geçitte  (Myriokephalon), il. Kılıç Arslan tarafından pusuya düşürülerek tamamen imha edildi. İmparator, Batı Anadolu'daki istihkamları yıktırmak ve ağır tazminat ödemek şartlarını kabul etti. Bu zaferle 1. Haçlı seferinin bıraktığı kötü izler de giderilmiş oldu. Yine zaferden kısa süre sonra Uluborlu, Eskişehir ve Kütahya dolayları da Selçuklularca fethedilerek sınırlar Denizli'ye kadar ulaşmış oldu (1182). Miryakefalon zaferiyle  Anadolu'nun  Türklerin  hakiki vatanı olduğu kesinleşmiş ve Bizans'ın  Malazgirt'ten  sonra bir asır boyunca Anadolu'yu geri alma ümidi de yok olmuştur. Nitekim bundan sonra Bizans bir daha Türklere saldırma cesaretini gösteremedi. il. Kılıç Arslan, Musul Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi'nin ölümünden sonra  Sivas,  Niksar ve Tokat'ı da alarak Danişmendli  beyliğine de son vermiştir   (1178).

Sultan Kılıç Arslan ömrünün son yıllarında ülkeyi oğulları arasında pay etmişti. Ancak bu hata sonucunda daha sağlığında oğulları arasında taht kavgaları başlamıştı. Bu kargaşa sırasında Alman İmparatoru idaresindeki III. Haçlı ordusu başkent Konya kapılarına dayandı. Kılıç Arslan ve oğlu Melikşah Alman İmparatoru'na elçi göndererek tehlikeyi bertaraf etmek istediler.

Haçlı ordusunun Anadolu'dan rahatça geçmesi ve kendi paraları ile erzak vs. temin etmeleri üzerine bir anlaşma yapıldıysa da Türkmenlerin yol boyunca Haçlılara saldırıları sonucunda Alman İmparatoru Konya'ya girerek şehri yağma ve tahrip etti. Bundan sonra Kudüs'e gitmek üzere yoluna devam eden ve yol boyunca Türkmenlerin saldırılarından kendini kurtaramayan İmparator, serinlemek amacıyla girdiği Silifke Çayında boğularak öldü (1190). İmparatorun ölümüyle ordusu Kudüs hedefine ulaşamadan dağıldı.

Sultan Kılıç Arslan 80 yaşına gelmiş ve hastalanmıştı. Oğulları arasında süren taht kavgaları sırasında son olarak veliaht tayin ettiği küçük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev'in yanına sığındı. Gıyaseddin ile birlikte diğer oğlu Melikşah'a karşı savaşmak üzere Aksaray üzerine harekete geçen Kılıç Arslan şehrin kuşatması sırasında vefat etti (1192).

I. Gıyaseddin Keyhüsrev babasının ölümü üzerine 1192 yılında Selçuklu sultanı olduysa da saltanatı fazla uzun sürmedi. Kardeşi Tokat meliki Süleymanşah büyük bir ordu ile Konya üzerine yürüdü. Kardeşi karşısında tutunamayacağını anlayan Keyhüsrev Konya'yı terk ederek Bizans'a iltica etmek mecburiyetinde kaldı (1196).

1196 yılında tahta  geçen  Rükneddin Süleymanşah,  saltanatının ilk yıllarında kardeşleriyle saltanat mücadelesine devam etti. Malatya Meliki Kayserşah ile Ankara meliki Mesud hariç diğer kardeşlerini itaat altına aldı. Sırtını Eyyı1bilere dayayan kardeşi Malatya meliki Kayserşah'ı cezalandırmak için üzerine yürüyerek 1201 yılında Malatya'yı ele geçirdi.

Saltukluların elinde olan Erzurum'u da ele geçirmek için harekete geçen Rükneddin Süleymanşah, 1202 tarihinde şehri ele geçirerek Saltuklu hakimiyetine son verdi. Erzurum'u aldıktan sonra Gürcüler üzerine yürüyen Rükneddin Süleymanşah, Gürcü ordusunun yaptığı ani bir baskınla yenilgiye uğradı (1202). Süleymanşah bu mağlubiyet üzerine Anadolu içlerine kadar çekildi. Bu yenilgiye rağmen Doğu Anadolu'da Selçuklu yayılması devam etti. Türkiye Selçuklularının nüfuzu Mardin ve Diyarbakır'a kadar genişledi. Daha sonra Batıya dönen sultan Ankara'yı ele geçirdi (1204). Anadolu'da istikrarı sağladığına inanan Rükneddin Süleymanşah, intikam almak ve kırılan onurunu kurtarmak amacıyla yeniden Gürcistan üzerine sefere çıkmaya karar verdi. Ancak sefere yolunda Konya-Malatya arasında hastalanarak vefat etti (Temmuz 1204).

Rükneddin Sülaymanşah'ın vefatı üzerine oğlu Kılıç Arslan tahta çıkarıldıysa  da, saltanatı ancak sekiz ay kadar sürdü. Bizans'ta sürgün  hayatı yaşayan 1. Gıyaseddin  Keyhüsrev 1205   yılında Anadolu'ya gelerek yeğeninin elinden saltanatı aldı. 1. Gıyaseddin Keyhüsrev, Anadolu'da kurulan birliği pekiştirmek için faaliyetlere başladı. Akdeniz kıyısındaki önemli ithalat ve ihracat limanı olan Antalya kuşattı. Ancak kuşatmada Kıbrıs'tan yardım alan Antalya'yı ele geçirmek  mümkün olmadı. 1207 yılında yeniden kuşatılan  Antalya, Rumların  da desteğiyle  ele geçirildi. Şehrin  ele geçirilmesiyle  birlikte  Anadolu'nun  ekonomik  gelişmesinde  bir  canlılık görüldü.

Ayrıca bu fetihten sonra Selçuklu donanmasının Akdeniz'de önemli bir üssü haline geldi. Antalya meselesini hallettikten sonra  Çukurova  Ermeni  baronluğu  üzerine  yürüdü. Ermeni  Kralı  il.  Leon ile yaptığı mücadeleyi kazanarak kralın oğlunu esir etti (1209). Eyyı1bi sultanı Melik Adil'in Suriye'nin kuzeyi ve Doğu Anadolu'yu  istila etmesini önledi.  1. Gıyaseddin  Keyhüsrev 1211  yılında Bizans ile giriştiği mücadelede Alaşehir civarında yapılan bir savaşta yenilmiş ve savaş alanında bir Frank askeri tarafından şehit edilmiştir. 1. Gıyaseddin Keyhüsrev çok iyi bir eğitim  almış,  saltanatı  boyunca  kültürel  faaliyetler  desteklenerek   geliştirilmiştir.

I.Gıyaseddin Keyhüsrev'in ölümü üzerine yerine 1211 yılında, I. İzzeddin Keykavus Selçuklu tahtına geçti. Ancak Tokat meliki küçük kardeşi Alaaddin Keykubad, bu durumu kabullenmeyerek harekete geçtiyse de başarılı olamadı. İzzeddin Keykavus babasının iktisadi faaliyetlerine devam ederek Bizans ve Kıbrıs krallığı ile yapılan ticaret anlaşmalarını yeniledi ve bu sayede ticari ilişkileri geliştirdi (1213). Bundan sonra kuzey yolunun ticari emniyetini sağlamak için Sinop'u ele geçirdi (1214). İzzeddin Keykavus Sinop'tan sonra Antalya'nın fethi için uğraştı. Zira bu sırada Antalya halkı Kıbrıs'taki Latinlerin teşviki ile isyan etmiş ve bir gece baskını ile şehri ele geçirmişlerdi. İzzeddin Keykavus 1216 yılında Antalya'yı karadan ve

denizden kuşatarak tekrar geri aldı. Ticaret ve hac yollarının güvenliğini sağlamak için Çukurova Ermenileri üzerine yürüyerek itaat altına aldı (1218). Anadolu'da hakimiyetini perçinleyen İzzeddin Keykavus daha sonra Suriye üzerine yönelmişse de, 1218 yılında gerçekleştirdiği Haleb seferi başarısızlıkla sonuçlandı. 1220 yılında Suriye üzerine yeni bir sefere hazırlanırken vefat etti. Cenazesi daha sonra Sivas'a getirilerek burada defnedildi.

İzzeddin Keykavus'un ölümü üzerine kardeşi Alaeddin Keykubad hükümdar oldu. Onun saltanatı Orta Doğuda Moğol tehlikesinin baş gösterdiği bir zamana tesadüf etmiştir. Alaeddin Keykubad öncelikle içeride ve dışarıda devletin işlerini düzene koymaya çalıştı. Moğol tehlikesine karşı tedbirler almaya başladı. Bu tehlikeye karşı tek başına karşı koyamayacağını düşünerek Harezmşahlar ve Eyyubiler ile dostluk ve ittifak kurmaya çalıştı. Ayrıca muhtemel bir Moğol istilası durumunda Anadolu'daki Konya, Kayseri ve Sivas gibi önemli kale ve şehirleri tamir ve tahkim ederek, sınır boylarındaki kaleleri de  sağlamlaştırdı.

Alaeddin Keykubad Moğollara karşı bu tedbirleri alırken, bir taraftan da fetih hareketlerine devam etti. Öncelikle Antalya yakınlarındaki Kolonoros kalesi 1223 yılında ele geçirilerek, şehre sultanının adına izafeten Ala.iye adı verildi. Bundan sonra burası sultanın kışlık devlet merkezi oldu. Böylece Akdeniz'de Antalya'dan sonra önemli bir ticaret merkezi ve askeri üs kazanılmış oldu.

Moğolların Kıpçak ilini istila etmesi ve Kırım sahilindeki Suğdak'ı alması üzerine buradaki halk Anadolu sahillerine göç etmişti. Moğolların buraları yağmalayıp çekilmelerinden sonra Sultan 1226 yılında Kastamonu uc beyi Hüsameddin Çoban'ı bir ordu ile göndererek Suğdak'ı aldı. Sinop, Samsun ve Ünye'ye kadar olan kıyıları Rumlardan temizledi. Anadolu'nun batı sınırlarında Anamur, Silifke ve bölgedeki diğer kaleler teker teker fethedildi (1225). Çukurova Ermeni Baronluğu da itaat altına alındı.

Moğollardan kaçarak Selçuklu sınırlarına kadar gelmiş olan Celaleddin Harizmşah ile Alaeddin Keykubad arasında iyi bir dostluk başlamıştı. Ancak Harizmşah'ın bir İslam beldesi olan Ahlat'ı kuşatması üzerine siyasi bir gerginlik başladı. Halifelik ve Eyyı1bilerin ikazları da Celaleddin'i ikna etmeye  yetmedi. 1230 yılında Celaleddin Ahlat'ı alarak ağır bir şekilde yağma ve tahrip etti. O bu davranışıyla savaşı kaçınılmaz hale getirdi. Alaeddin Keykubad gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra Celaleddin üzerine sefere çıktı. İki ordu Erzincan'da Yassı Çimen'de karşılaştılar. Selçuklu orduları büyük bir zafer kazandılar (1230). Celaleddin kaçarken yolda bir köylü tarafından öldürüldü (1231).

Celaleddin'in ölümüyle birlikte Türkiye Selçukluları artık Moğollarla komşu oldular. İleri görüşlü ve ihtiyatlı bir hükümdar olan Alaeddin Keykubad kapısındaki bu büyük tehlikeyi sezmişti. 1232 yılında bizzat kendisi Moğol hükümdarı Ögedey'e elçi gönderip anlaşma teklifinde bulundu. 1236 yılında Moğollardan gelen elçi heyeti ise Selçukluların Moğol tabiiyetine girmesi ve her yıl hediyeler göndermesini istiyordu. Alaeddin Keykubad bütün bu aşırı isteklere rağmen ilişkiyi bozmamaya dikkat ediyordu. Moğol tehlikesine karşı Anadolu'da tedbirler almaya çalışan Alaaddin Keykubad, Eyyubi meliki el-Eşrefin bölgede stratejik önemi olan Ahlat ile yeterince ilgilenmediğini görerek sınır güvenliği için Ahlatı ele geçirdi. Bu durum Moğollara karşı daha önce kurulmuş olan Selçuklu - Eyyubi ittifakının da bozulmasına sebep oldu. Eyyübilerin 1234 yılında Anadolu'yu işgal için gönderdikleri kuvvetler Selçuklular tarafından püskürtüldü.

Alaeddin Keykubad bu mücadeleler esnasında Harput'u alarak Artukluların Harput kolunu da ortadan kaldırdı (1234). Arkasından Urfa, Harran ve Rakka şehirleri de Selçuklularca ele geçirildi. Bunun üzerine karşı saldırıya geçen Eyyı1bi hükümdarı el-Kamil, Selçuklu kuvvetlerinin geçitleri tutması karşısında Anadolu içlerine giremeyince hırsından bir İslam hükümdarına yakışmayacak derecede Mardin ve havalisini yağma ve tahrip etti. Bizzat Arap İslam kaynakları tarafından tenkit edilen bu davranışı üzerine Alaeddin Keykubad Eyyubiler üzerine bir sefer için ordusunu Kayseri yakınlarındaki Meşhed Ovasında topladı. Bu sırada bir kısım Selçuklu askeri de Diyarbakır'ı kuşatıyordu. Sultan sefer hazırlığı yaparken başta Abbasi Halifesi olmak üzere komşu devletlerden gelen elçiler Moğol tehlikesine karşı anlaşma ve işbirliği teklif ediyordu. Alaeddin Keykubad elçiler şerefine verdiği yemek esnasında, yediği bir kuş etinden zehirlenerek öldü (1237). Onun ölümüyle birlikte Moğollara karşı kurulmak istenen büyük ittifakta gerçekleşemedi.

Alaeddin Keykubad Anadolu birlik ve bütünlüğü için çok çalışmıştır. Bu amaçla nüfusun büyük çoğunluğu Türklerden oluşan Suriye ve Haleb Selçuklu topraklarına katılmış, ekonomik kalkınma için gerekli çalışmalara hız verilmiştir. Ticaret yollarının güvenliği ve tacirlerin rahatı için yol güzergahlarına bir çok kervansaraylar yaptırmıştır. Tehlikeli geçitlere askerı birlikler koymak suretiyle yol güvenliğini sağlamıştır. Selçuklu sultanlarının ortaya koyduğu ve bir bakıma devlet sigortası anlamı taşıyan, zarara uğrayan tacirin, zararının devlet tarafından ödenmesi prensibini devam ettiren Sultan Alaeddin Keykubad, bu sayede Anadolu üzerinden yapılan uluslar arası ticari faaliyetleri de hızlandırmıştır. Anadolu şehirleri cami, medrese, hastane, tersane, köprü ve kervansaraylarla adeta bezenmiştir. Alaeddin Keykubad'ın 45 yaşında ölümü Selçuklular için telafisi imkansız büyük zararlar meydana getirmiştir.

Alaeddin Keykubad'ın ölümünden sonra yerine oğlu il. Gıyaseddin Keyhüsrev tahta geçti (1237). Tahta çıktığında 16 yaşında olduğu tahmin edilen il. Gıyaseddin Keyhüsrev daha tahta çıkar çıkmaz idareyi emir Sadeddin Köpek'in ellerine bıraktı. Sadeddin Köpek kendisine muhalefet eden başta Haremzşahlı Kayır Han, Şemseddin Altun-Aba ve Kemaleddin Kamyar olmak üzere pek çok değerli ve tecrübeli devlet adamlarını ortadan kaldırmak suretiyle etkisiz hale getirirken bir bakıma devleti de yıkıma doğru sürüklemiştir. Ancak Sadeddin Köpek'in çevirdiği entrikalar kısa sürede ortaya çıkınca bizzat Sultan Gıyaseddin Keyhusrev tarafından öldürülmek  suretiyle  cezalandırılmıştır (1239).

Sadeddin Köpek'in ölümünden sonra bozulan devlet düzeni yeniden güçlendirilmeye çalışılsa da artık yıkılışa engel olunamamıştır. Önce Sümeysat yakınlarında ortaya çıkan Baba İshak isimli bir Türkmen Şeyhi, devlete başkaldırarak isyan etmiş, devlet bu isyanı güçlükle bastırmıştır (1242). Selçuklu devletinin bu isyanı bastırmada gösterdiği zafiyet Moğolları cesaretlendirmiş ve 1242 sonbaharında Baycu Noyan komutasındaki Moğollar Anadolu'ya girerek Erzurum'u kuşatmışılardır. Şehri ele geçiren Moğollar halkı kılıçtan geçirerek üsleri olan Mugan'a geri döndüler. Selçuklular ve Moğollar 1243 yılında Sivas ile Erzincan arasında Kösedağ'da karşılaştılar. Ancak Selçuklu ordusu büyük bir yenilgiye uğradı. Moğollar Sivas'ı ele geçirip yağmaladılar. Erzincan ve Kayseri'yi işgal edip katliam yaptılar. Selçuklu devleti bu yenilgiden sonra bağlı devletlerini kaybetti. Ermeniler ve Trabzon Rumları Moğol egemenliğini kabul ettiler. Bu yenilgi ülkeyi büyük bir esarete sürükledi. Halkını katledip, yağmaladıkları Anadolu'yu yarım asırdan fazla sömürdüler. Yanlış politikalarıyla devleti yıkımın eşiğine getiren il. Gıyaseddin Keyhüsrev 1246 yılında öldü.

I.Gıyaseddin Keyhüsrev ölmeden küçük oğlu Alaeddin Keykubad'ı veliaht tayin etmişti. Ancak devlet adamları büyük oğlu il. İzzeddin Keykavus'u sultan ilan ettiler.(1246). Bu dönemde bütün yetkiler vezir Şemseddin İsfahani'nin elinde toplanmıştı. Bir takım karışıklıklardan sonra vezir ülkede huzuru sağlayabildi. Ancak bu kısa sürdü. Bu sırada Moğol tahtına Göyük Han geçmişti. Tahta geçiş töreni münasebetiyle Moğolistan'a giden Kılıç Arslan, ağabeyinin sultanlıktan, İsfahani'nin de vezirlikten azlini gösteren bir yarlık ile döndü. Vezir

İsfehani yakalanarak öldürüldü (1249). Bu tarihten itibaren Anadolu Selçuklularında "müşterek sultanlık devri" başladı. 11.İzzeddin Keykavus, Rükneddin Kılıç Arslan (iV.) ve il. Alaeddin Keykubad'ın adı.  Hutbe, ferman ve paralarda artık birlikte zikredilecekti  (1249-1254).

Bu olaydan sonra Türkiye Selçuklu Devleti'nin de yıkılış süreci başlamıştır. Selçukluları büsbütün sindirmek için, Moğol faaliyet ve zulmü 1243-1308 arasında devam etmiştir.

Moğolların koydukları ağır vergiler, Selçuklu devlet adamlarının siyasi çıkar uğruna birbirleriyle kavgaları olağan hadiseler haline gelmişti. Anadolu toprakları artık Moğollar için ekilip-biçilir olmuştu. Moğollar ağır vergiler alarak hazinelerini doldururken, Anadolu halkı büsbütün fakirleşiyordu. 1259'da, Kızılırmak hudut olmak üzere devletin ikiye ayrılmasıyla iyice dağılan devlet otoritesi, 1262'de Karamanlı Türkmenlerinin isyan ederek Konya'yı işgali teşebbüsü ile sonuçlandı. Anadolu'daki Moğol işgaline karşı bir başkaldırı olan bu isyana kısa bir süre  sonra Kayseri'de devlet ricalinden Hatıroğlu da destek verdi. Ancak bu girişim başarısızlıkla neticelendi. 1277'de Mısır Memluk Sultanı Baybars'ın, Hatıroğlu'nu desteklemek için Anadolu'ya girip Kayseri'ye kadar gelmesi, Karamanoğlu Mehmet Bey'in 1277'de Konya'da Selçuklu hanedanından olduğunu iddia ettiği Cimri'yi sultan ilan etmesi de Moğol işgalini bitirmeye  yeterli olmadığı gibi çeşitli siyası, ekonomik ve sosyal çalkantılar meydana gelmesine sebep oldu. Türkiye Selçuklu Devleti'nin çöküşü başlayınca, devletin yıkıntıları üzerinde çeşitli Oğuz boyları, Türkmen beyleri ve kumandanlar, Anadolu'nun muhtelif yerlerinde kendi adlarına yerel beylikler kurmaya başladılar.