ALANYA KALESİ

Türkiye ANTALYA

Yapım Yılı

M.Ö 3

Özellikler

Bugün Antalya iline bağlı ve Akdeniz kıyı şeridindeki önemli bir yerleşme ve turizm merkezi olan Alanya, kuzey-batı güney-doğu doğrultusunda düz olarak uzanan bir kıyı şeridi ile bu şeridi kesintiye uğratarak denize doğru büyük bir çıkıntı yapan, sarp ve yüksek bir yarımada üzerine kurulmuştur.

Tarihî yarımada üzerindeki şehrin, Antik Çağ geçmişi hayli karanlıktır. Bu dönemde, Korakesion (Coracesium) adıyla bilinen yerleşme, bazen Taşlık Kilikya, bazen de Pamfilya bölgesi şehirleri arasında sayılmıştır. Korakesion’u, Pamphylia’nın sınırı ve Kilikia Trakheia’nın başlangıcı olarak kabul eden Strabon, şehri, çok dik bir kayaya kurulmuş hisar olarak tasvir eder. İç Kale’de yapılan arkeolojik kazılarda ele geçirilen buluntular, şehrin M.Ö. 3. yüzyılda iskân edildiğini ortaya koymuştur. Muhtemelen İç Kale’nin konturları da büyük ölçüde bu çağda şekillenmişti. İleride yapılacak çalışmaların, vaktiyle şehrin akropolü işlevi gören İç Kale’de, Helenistik ya da yakın çevredeki birçok antik yerleşmedeki gibi Roma çağlarına ait bir tapınak bulunduğunu da ortaya koyması beklenebilir.

Müstâhkem mevkiinin verdiği avantajla, az sayıda bir kuvvetle bile kendisini savunabilen şehir, M.Ö. II. yüzyılda, çeşitli saldırılara karşı koyabilmiş ve bağımsızlığını korumuştu. Yüzyılın ortalarında, şehrin Diototos Tryphon’un hâkimiyetinde olduğu bilinir. Tarihî yarımadayı, “Arap Evliyası” denilen şapelin güneyindeki burçtan başlayıp Ehmedek’i de içine alacak şekilde kuzey-batı güney-doğu doğrultusunda kateden ve “Orta Hisar” da denilen, iri blok taşlı ve harç kullanılmadan örülmüş kyklopik sur duvarının, Tryphon döneminden kaldığı söylenebilir. 2001 yılı kazı çalışmaları sırasında İç Kale Kapısı’nda bulunan Tryphon’a ait (M.Ö.142138) bir bronz sikke, bu dönemden kalan en önemli yazılı belgedir.

Alanya’nın, Selçuklu fethinden önce, Erken Hıristiyan ve Bizans dönemlerindeki tarihi de karanlıktır. İç Kale’deki kilise çevresinde ve yine İçkale’yi kuzey kenarı boyunca sınırlandıran ve bugünkü “Seyir Terası”nın batı ucunda, “Freskli Avlu” diye bilinen kalıntıda yapılan arkeolojik kazılarda bulunan II.Iustinus (565-578), II.Constans (641-668) ve VI.Leo (886912) dönemlerine ait sikkeler, şehrin 6-10. yüzyıllar arasında iskân edildiğini gösteriyor. Muhtemelen yine bu dönemlerde Korakesion adı terk edilerek Kalonoros adı kullanılmaya başlamış olmalıdır. Bu dönemden kaldığı düşünülen diğer binaların durumuna bakılarak, şehirdeki Bizans varlığının sadece “Yukarı Şehir”deki (Hisar içi) küçük bir yerleşmeden ibaret olduğu sonucuna varılabilir. Bütün belirsizliğine karşılık, öyle anlaşılıyor ki, Bizans Kalonorosu, esasen, Helenistik dönem surlarının kuşattığı ve o çağdan kalan akropolün çevresinde şekillenmiş bir Kastra niteliğine sahip idi.

Hiç değilse, kesin olarak 10. yüzyıla kadar Bizans hâkimiyetinde olduğu anlaşılan şehrin 11. ve 12. yüzyıllardaki durumu daha da belirsizdir. Pek muhtemeldir ki, bu ikiyüz yıllık dönemde, hemen batısındaki, İm

paratorluğun en önemli limanlarından biri olan Sattalia ile aynı kaderi paylaşmıştır. Nitekim burası da, İmparatorluğun merkezî otoritesinin ortadan kalkmaya başladığı 11. yüzyıldan itibaren Bizans ile Türkler arasında sürekli bir askerî ve siyâsî çekişme konusu olmuş; sadece şehir değil, Anadolu’nun güney kıyıları da büyük ölçüde güvenlikten yoksun bir bölge haline dönüşmüştü. İdrisî’nin “yangın yeri”ne benzettiği Sattalia’nın, 11. yüzyılda harabe haline geldiği iddia edilmiştir. Bu tür bir benzetme, Kalonoros için de yapılabilir. Eğer bu doğrulanabilirse, şehrin bu çağlarda büyük ölçüde terk edildiği ve nüfusunun azaldığı söylenebilir. İslâm ve Ermeni kaynaklarına bakılırsa, bunda, 11. yüzyılın sonlarından başlayarak Akdeniz kıyı şeridinde vuku bulan depremler kadar salgın hastalıkların meydana getirdiği kaosun da büyük rolü olsa gerektir.

Şehrin, 12. yüzyılın sonlarına doğru Kyr Varte (Kir Vart) adında bir Ermeni Baronu’nun hâkimiyeti altında olduğu bilinir; Bizans merkezî otoritesinin silinmeye yüz tutmasını fırsat bilerek Akdeniz sahillerine hakim olan diğer Seigneur’ler gibi, Kyr Varte da, yüzyılın sonlarına doğru şehirde hâkimiyetini tesis etmiş olmalıdır. Bu dönemde şehre Calanonoos denildiği anlaşılıyor; belli ki, bu ad, Kalonoros’tan bozulmadır.

1221’deki Selçuklu fethine kadar devam eden bu kısa hâkimiyet süresince, şehrin fizikî strüktürünü göz önüne getirmek zordur; doğrusu istenirse, bu dönemden kalma hiçbir kesin tarihî bulgu ile de karşılaşılmamaktadır. Selçuklu fethinin hemen öncesinde, halkın, yine, büyük ölçüde Helenistik çağda şekillenmiş ve Bizans çağında da yeni donatılar eklenmiş olan eski tarihî konturlar içinde yaşadığı tahmin edilebilir. Ne var ki, herhalde daha önceki yüzyıllara göre nüfus bu kez daha da azalmış olmalıdır. Yapılışının üzerinden uzun yüzyıllar geçtiği için, Bizans çağına ait surlar ve genel olarak şehrin de bakımsızlıktan zamanla harabe haline dönüşmüş olduğu gözönüne getirilebilir.

Şehir, Anadolu ile Yakındoğu arasındaki ticarî ilişkilere sekte vuran Kilikya Ermeni Prensliği’ni ortadan kaldırarak dengeleri Selçukluların lehine çevirmeyi hedefleyen ve bu sayede Sultanlığın gücünü Akdeniz’e yaymayı amaçlayan planlı bir siyasî ve askerî harekâtın parçası olarak 1221 yılında Selçuklu Sultanı I. Alâeddîn Keykubad tarafından fethedilmiştir.

Şehirlerin eski adlarını kullanma konusunda genel bir eğilim olmasına karşılık, Anadolu’da pek rastlanmayan bir şekilde, fâtihinin isteğiyle ve onun lâkabına nisbetle Alâiyye adını alan şehir, Antalya’dan sonra Sultanlığın Akdeniz’deki ikinci limanı ve Sultanın sarayının bulunduğu yeni kışlık başkenti hâline gelmiştir. Fethin akabinde, Selçuklu vakanüvisi İbn-i Bîbî’nin deyimiyle, “Sultanın fermanı üzerine mahir yapı ustaları, çalışkan ve çevik işçiler, eli uz ressamlar”ca yeni kurulan başkentin imar ve iskânı için şehre başka yerlerden nüfus da aktarılmış olmalıdır. Bu arada, şüphesiz, Bizans Kalonoros’unun eski sakinlerinin bir kısmı da hayatlarını sürdürmeye devam etmişlerdir.

Kitâbelere göre, yeni kurulan şehir için, önce Tersane Burcu (1226) ve ardından da Kızıl Kule (1226) yapılmıştır. Yayınlara “Koca Kapı”, “Yukarı Kapı” ve bazen de “Eski Pazar Kapısı” diye geçen kale kapısının gerisindeki savunma sisteminin de aynı tarihte tamamlandığı (1226) anlaşılıyor. Kızıl Kule’ye batı yönünden bağlanan sur duvarı üzerindeki 1226 tarihli bir kitâbeye bakılırsa, topoğrafyanın eğim çizgileri boyunca çeşitli kırılmalar yaparak Ehmedek’e kadar uzanan ve kenti kuzey yönünden tahkim eden kara suru ve gömlek surunun da bütünüyle aynı yıl içinde tamamlanmış olduğu söylenebilir. Bu arada, Orta Hisar’daki Helenistik çağdan kalma sur duvarının da tahkim edilip yükseltilmiş olduğu anlaşılıyor. Bu suretle, fethinin üzerinden 5 yıl geçtikten sonra, tarihî yarımadayı anakaradan ayıran güçlü bir savunma sistemi oluşturulmuş; 1226-27 tarihli bir kitâbeye göre, kısa bir süre sonra, Ehmedek’teki inşaat da bitirilmiştir. Ovaya bakan kuzey kenarı boyunca yüksek kulelerle berkitilmiş bu tahkimâtın, geçmişte, şehrin savunmasını sağlayan bir askerî garnizonu barındırdığına şüphe yoktur. Nitekim bu askerî işlevini, çok sonraları, Evliyâ Çelebi gördüğünde, 17. yüzyılda da sürdürdüğü anlaşılmaktadır.

Diğer yandan, yine aynı dönem içinde, İç Kale’nin güney-doğu köşesindeki Bizans çağından kalma yapı alanının da, şehrin fethini takiben, Sultan’ın ikamet edeceği saray için yeniden ele alındığı anlaşılıyor. İçkale’nin bu bölümünde yürütülen arkeolojik kazılar, sarayın inşaatı sırasında eski yapı kalıntılarından yararlanma yoluna gidildiğini ve kısa bir süre içinde İçkale’nin bu köşesinde bir Selçuklu Sarayı’nın tesis edildiğini ortaya koymuştur. İçkale’ye büyük bir mimari boyut değişikliği getiren bu inşaatın, kimi arkeolojik bulgulara ve tarihî kayıtlara dayanılarak, kentin fethinden sonraki 2 ya da 3 yıl içinde tamamlandığı iddia edilmiştir.

Yeni kurulan şehirdeki anıtsal inşaatların sonuncusu, muhakkak ki, geçmişi Helenistik çağa kadar uzanan eski limanın bulunduğu kesimde ve şehrin alt bölümünde, hilâl şeklindeki koya uygun bir tracé halinde uzanan deniz surunun güney ucunda yer alan Tersane ve Tophane’dir. Bunlardan, hiç şüphe yok ki Osmanlı çağında şimdiki adını kazanmış olan Tophane 1227-28 tarihlidir; inşa tarihi bilinmeyen Tersane’nin de aynı yıllar içinde bitirilmiş olduğu söylenebilir. Bu arada, Kızıl Kule’nin güney-batısındaki küçük hamamın da Selçuklu çağında ve aynı yıllar içinde inşa edilmiş olması mümkündür; ne var ki, sonradan bir hayli elden geçirilmiş ve aslî hâlini kaybetmiştir. Hamamın batısında ve yol aşırı karşısında yer alan iki bölümlü tonozlu “tanımsız” yapının da aynı çağdan kaldığı düşünülebilir.

Şehrin alt kesimi, Selçuklu çağı fizikî strüktürü bağlamında ilgi çekici karakteristiklere sahiptir. Bugün, Tophane mahallesi sınırları içinde kalan ve şehirdeki Selçuklu çağının en anıtsal inşaatlarının yer aldığı bu kesim, deniz ve kara surları ile çevrili durumdadır ve bu haliyle “Aşağı Şehir” de denilen Tophane mahallesinden de özenle yalıtılmıştır. Selçukluların, Levante ticaretinde Kıbrıs Krallığı ve Venedik Cumhuriyeti ile yaptığı ticarî antlaşmaların doğal sonucu olarak, özellikle I. Alâeddîn Keykubad döneminde, eskisine oranla daha çok sayıda Venedik, hattâ Latin, Pisa, Ceneviz ve Provence tüccarlarının Selçuklu topraklarına yerleştiklerine ve ticaret kolonileri/fondiculum kurduklarına bakılırsa, kamusal alandan ayrı tutulan şehrin bu kesiminin, Selçuklu çağında, denizaşırı ticarî faaliyetlere tahsis edilmiş özel bir işlev taşıdığı düşünülebilir. Belki de bu ticarî öneminden dolayı, yıllar sonra Ortaçağ tüccarları için bir kılavuz kitap yazan Floransalı Balducci Pegolotti bile, Alanya’da kullanılan ölçüleri İtalyan ölçüleri ile karşılaştırmalı olarak gösteren bir çizelge düzenleme gereğini duymuştu. Bu bağlamda, etrafı sur duvarları ve anıtsal yapılar ile çevrili olan şehrin bu bölümünde toprak altında hâlâ görülebilen kimi yapı kalıntılarının, denizaşırı ticarette doğabilecek dava ve ihtilâfların “exterritorialité des lois” giderilmesi amacıyla bazen mahkeme olarak da kullanıldığı bilinen konsolosluk binaları ile funduq ve depo yapılarına ait olmaları çok muhtemeldir. Ne var ki, bunların aydınlatılması için özel sondaj ve arkeolojik kazılara ihtiyaç vardır.

Şehrin bu kesimini, Kızıl Kule ile Tersane arasında uzanan bir deniz suru, doğu kenarı boyunca uzanıp sınırlandırmaktadır. Sözkonusu surun, malzeme ve inşaat özellikleri kadar, Tersane ile bitişme tarzına bakılarak, özellikle Venedik donanmasının 1585-1639 tarihleri arasında Akdeniz sahillerinde ve bu arada Alanya’da giriştiği saldırılardan korunmak ve şehrin bu alt bölümünün tahkimatı amacıyla Osmanlı döneminde yapılan esaslı ve planlı bir müdahalenin eseri olduğu ileri sürülmüş; hattâ bu kesimdeki arkeolojik verilere ve bazı görsel kaynaklara dayanılarak, 1952 kışında yıkılıp sonradan onarılan ve şimdiki halde Tersane’ye geçilen küçük bir kapının da yer aldığı bölümünde, vaktiyle yine bu dönemde yapılmış, fakat zamanla ortadan kalkmış bir kulenin bulunduğu da büyük ölçüde kanıtlanmıştır. Bu husus, şimdiki sur çizgisinin kesinlikle bir Selçuklu çağı ürünü olmadığını ortaya koyuyor. 13. yüzyılda Kızıl Kule ile Tersane arasında uzanan bir deniz suru varsa bile, bunun, şimdiki sur çizgisinin daha da gerisinde aranması gerektiği açıktır. Ne var ki, konutlar ve özel mülkiyet dolayısıyla bu kesimde sistemli bir arkeolojik kazı yapılabilmesi imkânı ortadan kalkmıştır.

Şehrin bu alt bölümünü, kuzeyde kara suruna eklemlenecek şekilde kuzey-güney yönünde uzanarak sınırlandıran iç surun, malzeme ve teknik itibariyle hiç değilse bir bölümünün, Selçuklu çağından kaldığı söylenebilir; ne var ki, sonradan çeşitli kereler elden geçirilmiş ve özgün halini kaybetmiştir. Her ne kadar üzerinde Alâeddîn Keykubad’a nisbet edilen bir Selçuklu kitâbesi bulunuyor olsa da, sur çizgisinin ortalarında yer alan ve şehrin alt bölümünü Tophane mahallesi ile irtibatlandıran Meyyit Kapısı’nın da, tıpkı ismi gibi, mimari kuruluşuyla da daha geç dönemlerin eseri olduğu anlaşılıyor. Kapının kuzey yüzünde yer alan iki satırlık Selçuklu kitâbesinin in-situ

olmadığı açıktır; belli ki, çok sonraki bir dönemde, ilk bulunduğu yerden alınıp şimdiki yerine konulmuştur. Kapının adı, hiç kuşku yok ki, şehrin bu kesiminde vaktiyle bir mezarlığın bulunduğunu göstermekteyse de, bu husus, sözkonusu mezarlığın Selçuklu çağından kaldığı anlamına yine de gelmez. Gerçekten de, sadece mezarlığın değil, şimdi Tophane mahallesi denilen şehrin bu bölümünün Selçuklu çağındaki iskân tarihini anlayabilmenin imkânı kalmamış; zamanla topoğrafya da büyük ölçüde değişmiştir. Fakat yine de, çevresi surlarla kuşatılmış şehrin bu bölümünün, Selçuklu çağında, küçük de olsa bir nüfusu barındırdığı varsayılabilir. Nitekim bu çevrede yer alan Andızlı Cami’nin 1277 tarihli kitâbesi, hiç değilse, Selçuklu çağının sonuna doğru şehrin bu kesiminde bir iskânın varolduğu anlamına gelebilir. Diğer taraftan, bugün, kale kapısının gerisinde, yerleşmenin kuzey-batı ucunda ve en üst kotunda bulunan anıtsal bir eser niteliğindeki sarnıcın da,-eğer Selçuklu çağından kaldığı kabul edilirse, hiç şüphe yok ki, şehrin bu bölümünün su ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılmış olduğu düşünülmelidir. Benzer bir tesbit, “Yukarı Şehir” de (Hisariçi), “Bedesten” olarak nitelendirilen yapıya bitişik ve mahallinde “Mecdüddîn Sarnıcı” olarak bilinen anıtsal su yapısı için de yapılabilir; belli ki, müstâkil bir yapı olarak tasarlanan bu sarnıç da, şehrin üst kesimindeki yerleşme alanının su ihtiyacını karşılamaktaydı.

Selçuklu çağında, şehri anakaradan ayıran kara suru üzerinde, hiç şüphe yok ki, şehre giriş-çıkışları sağlayan bir tek kapı bulunmaktaydı. Üzerindeki kitâbelere göre 1226 yılında tamamlandığı anlaşılan bu geçiş yeri, tıpkı İç Kale Kapısı gibi, kare planlı muhkem bir burç şeklinde inşa edilmiştir. Bu kuruluşun, batı ve güney yönlerine açılacak şekilde dikaçısal olarak tasarlanmış kapı düzeni, muhakkak ki güvenlik içindir; fakat bu da yetersiz bulunmuş olmalı ki, buna ek olarak, kuzey dış yüzünde, gömlek suru üzerine bir başka kapı daha açılması zorunluluğu duyulmuştur. Üzerindeki kitâbeye göre 1230-31 tarihinde inşa edildiği anlaşılan bu dış kapının meydana getirdiği dönemeçli giriş, yeni bir savunma elemanını ortaya koymaktadır. Önündeki kayalık topoğrafya, kapıya, şimdikinden farklı olarak, vaktiyle tek gözlü küçük bir taş köprü üzerinden geçilerek ulaşıldığı kanısı uyandırmaktadır. Ne var ki, dış kapının, şimdiki profilli taş blokları ile örülü sade fasat düzeni, hiç kuşku yok ki, sonraki dönemlerde bir hayli elden geçirildiğini ve aslî hâlini tümüyle kaybettiğini ortaya koyuyor. Gerçekten de, kapı kütlesini oluşturan taşlar ve bunların üzerindeki taşçı kalemiyle yapılmış izler, her haliyle geç dönemlerin eseridir; hattâ abartılı bir yorum gibi görünse de, kitâbe bile özgün yerinde olmayıp, başka bir yerden alınıp işlenerek şimdiki yerine konulmuş gibidir. Bu bağlamda, kitâbenin ilk satırının alışılagelmedik bir şekilde başlamış olması kadar, son satırının birdenbire kesilip tamamlanmaması, ayrıca kitâbe satırlarının yer aldığı taşların yerleştirilişindeki tuhaflık, kitâbenin sağ ve sol yanına her haliyle gelişigüzel konuldukları belli olan ve üzerinde tarih ve “el-‘Abd Karaca” yazan iki taş blok ile kapının her iki kenarındaki taşların kesilme ve yan duvarlarla birleşme tarzı gibi ayrıntılar fazlasıyla dikkat çekicidir. Geç dönemlerde yapıldığı anlaşılan bütün müdahalelere karşılık, Selçuklu çağındaki kale kapısının yerinin yine de değişmediği söylenebilir.

Bu kapıdan hemen sonra, dik bir patikadan eski kale yolunu takip ederek şimdi “Er Kapı” diye de bilinen kale kapısı ile Hisariçi’ne (Yukarı Şehir) girilmektedir. Sözkonusu yolun Selçuklu çağındaki tracésini büyük ölçüde koruduğu söylenebilir. “Er Kapı” denilen ve anlaşılıyor ki halk hafızasında hâlâ büyük yeri olan bu ilgi çekici kapı, her ne kadar sonraları bir hayli elden geçirilmiş ve özgün halini kısmen kaybetmiş olsa da, Helenistik ve Selçuklu çağı verilerinin bir arada sergilendiği önemli bir geçiş yeridir. Belli ki, Helenistik çağ yerleşmesinin şehir kapılarından biri buradaydı. Kapının yerinin, Bizans çağında da değişmediği muhakkaktır. Selçuklu çağında burası yeniden tahkim edildiği gibi, Helenistik çağ surunun iç yüzüne tonozlu üç bölümlü bir bina eklemlenmiştir. Sözkonusu binanın “muhafız odası” olduğu iddia edilmiştir. Anılan binanın ve kapının üzerinden sur boyunca devam eden eski seğirdimlerin izlerini görmek mümkündür.

Şehrin bu yukarı kesimi, İç Kale ile Helenistik çağa ait duvar arasında doğu-batı yönünde uzanan sur ile iki yerleşme alanına ayrılmıştır. Doğrusu istenirse, Selçuklu çağında, bilinçli bir tercihle, Bizans çağından kalan eski sur çizgisi korunarak, yerleşmenin özellikle iki ayrı alana ayrılması istenmiş gibidir. Sur çizgisinin kuzeyinde yer alan binalar, bu kesimin, kamusal alana tahsis edildiğini göstermektedir.

Konum
Türkiye
ANTALYA
Fotoğraflar